BALKAN Savaşı sonrasında bütün Rumeli’nin elden çıkmış olması gönüllerde ve görüşlerde âdeta yıkıma yol açmıştı. Arkasından Arnavutların isyanı geldi. Arnavutluk, bağımsızlığını elde edip Osmanlı Devleti’nden ayrıldı. Bütün bu gelişmeler, siyasette de yeni arayışlara yol açacaktı. Nitekim öyle oldu.
Artık iktidara kesin olarak yerleşmiş bulunan İttihad ve Terakki, İslâmcılığın iflâs ettiğini görüyordu. Esasen, Sultan II. Abdülhamid’in temel siyaseti olan islâmcılığı, yeni rejimin aynen tatbik etmesi beklenemezdi. Ancak, Osmanlı Devleti içinde Türk olmayan Müslüman nüfus -özellikle Araplar- hâlâ önemli bir yekûn tutuyordu. Ayrıca İslâmcılığın, hasım olduğu besbelli İngiltere’nin sömürgelerinde yaşayan milyonlarca Müslüman üzerindeki etkisi de hesaba katılmak zorundaydı. Bunun için, İttihadcılar İslâmcılığa açıkça karşı çıkmadan yeni temel siyaset yolları aramaya başlamışlardı.
Osmanlıcılığın da geçerliliği kalmamıştı. Hele Arnavutların isyanı ve Ermeni terör hareketleri, çeşitli soylardan, çeşitli dinlerden ve kültürlerden meydana gelmiş bir yapının devamını güçleştiriyordu. Böyle olunca da, İttihadcıların önünde tek siyaset vasıtası Türkçülük olarak beliriyordu.
Enver, Cemal ve Talat paşalar, İttihad ve Terakki’nin bu lider kadrosu, Türkçülüğün getireceği faydaları kısa zamanda gördüler. İslâmcılığı ve Osmanlıcılığı terk etmiş görünmeden Türkçülüğün nimetlerinden yararlanmanın akıllıca bir tutum olacağını kestirdiler.
Ancak, bu kadronun içinde Enver Paşa, Türkçülük konusunda daha net fikirlere sahipti ve gelecekteki temel siyasetin bu akıma dayandırılması hâlinde yeni ufuklar açılacağını düşünüyordu.
Enver Paşa, daha yıllar önce, Edirne’den Çin sınırlarına kadar uzanan yeni bir imparatorluğun hayâllerini görüyordu. Bunu gerçekleştirmek için, Balkanlarda barış sağlanır sağlanmaz Afganistan ve Buhara’ya ajanlarını göndererek buralardaki emirlerle ilişki kurma girişimlerinde bulunmuştu.
Enver Paşanın denetiminde kurulan ve çalışan Teşkilât-ı Mahsusa Osmanlı sınırlarının ötesinde yaşayan Türklerle irtibat kurmak için, gönüllü subaylardan oluşan ajanlarını görevlendirmişti. Artık Kafkasya’da, Hindistan’da, İran’da, Afganistan’da Türkçülük, Turancılık propagandası hızla yürütülmeye başlamıştı.
Almanya, muhtemel bir savaşta müttifiki olarak gördüğü Osmanlı Devleti’nin bu yeni siyasetini kendi çıkarlarına uygun görmektedir. Çünkü, Osmanlı Devleti’nin dışındaki Türkler büyük çoğunlukla Rusya’da yaşamaktadır. Rusya ise, gelecek savaşta Almanya’nın çarpışacağı ülkeler arasında başta gelen adaydır. Onun, sınırları içinde rahatsızlık verici gelişmelerle karşı karşıya kalması savaş gücünü azaltacaktır.
Bu arada Türkçülüğün fikrî yapısı da gün geçtikçe güçlenmektedir. Türk Ocakları Anadolu’da hızla yayılmakta, hattâ Selânik ve Bakü gibi sınır ötesi şehirlerde şubeler açmaktaydı. Pek çok tanınmış Türk aydını Türk Ocakları çevresinde faaliyet göstermekteydi. Öte yandan edebiyatımızda da Türkçülüğün kuvvetli izleri görülmeye başlanmıştı. Ziya Gökalp, şiirleriyle ve özellikle Türkçülük üzerindeki çalışmalarıyla dikkat çekiyordu. Köprülüzade Fuat Bey, kuvvetli ilmî şahsiyeti sayesinde İstanbul’u türkiyat araştırmalarının merkezi hâline getirme yolundaydı. Bir taraftan Darülfünûnda ders verirken, diğer taraftan çok değerli ilmî araştırmalar yayımlıyordu. Halide Edip (Adıvar) Türkçülüğün verdiği heyecanla Yeni Turan romanını kaleme alıyordu. Ömer Seyfeddin’in, milliyetçi ruhu aksettiren hikâyeleri herkes tarafından zevkle takip ediliyordu. Mehmed Emin (Yurdakul), öncülüğünü yaptığı hece vezni ve açık Türkçe ile şiirler akımının en kıdemli temsilcisiydi. Ayrıca, genç şairler ve yazarlar da Türkçülük cereyanını güçlendirici eserler veriyorlardı.
Millî iktisat konusu da bu dönemde ele alınmaya başlanmıştı. Yusuf Akçura, daha 1913’te İttihad ve Terakki Cemiyeti kongresine sunduğu tebliğde millî iktisat kavramına dikkat çekmişti. İktidardaki İttihadcılar da hemen aynı yıl yeni bir ekonomik politika benimsenmesini kararlaştırmışlardı. Yusuf Akçura, Tanzimattan beri uygulanan ekonomik sistemin Osmanlı Devleti üzerinde yıkıcı bir etki yaptığını açıklıyordu. Onun teklif ettiği sistem, devletçilik de değildi. Akçura’nın “ekonomik bakımdan kendi kendine yetmeyen, yani ekonomik bağımsızlığa sahip olmayan bir toplum siyasî bağımsızlığını da yitirmeye mahkûmdur” teşhisi elbette ki çok yerindeydi. Öncelikle bir Türk burjuvazisinin oluşması gerekirdi. Kapitalizmin Türkiye’ye kayıtsız şartsız girmesi ise çok tehlikeliydi.
Yusuf Akçura, Tanzimatın getirdiği diğer olumsuzlukları da eleştiriyordu. Tanzimat, gençliğe ortak bir ülkü kazandıramamıştı. Uygulanan eğitim sistemi yüzünden Osmanlı aydınları her türlü yurt ve millet ülküsünden uzaklaşmıştı. Böyle bir kültür politikasının ekonomi alanında da olumsuz etkileri görülecekti. Nitekim, Tanzimatla birlikte Avrupa sermayesi oluk oluk akmaya başlamış, Türk ticaret ve sanayi erbabı ezilip silinmişti. Avrupa kapitalizmi başlıca zenginlik kaynaklarını ele geçirmiş, Osmanlı piyasalarını Avrupa mamûlleri doldurmaya başlamıştı.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesi, sanıldığı gibi, üç beş kişinin şahsî kararı ile olmamıştı. İtilâf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin ittifak taleplerini geri çevirerek onu Almanya’nın âdeta kucağına itmişlerdi. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nde savaşa girmekle, kayıplarını geri alacağı ve sınırlarını doğuda genişletebileceği düşüncesi hâkimdi. Gerçekten, Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi üzerine yayınlanan bildirgede “Bizim Dünya Savaşı’na katılımımız millî ülkümüzün doğrulanmasını temsil ediyor. Milletimiz ve halkımızın ülküsü, bize ırkımızın tüm kollarını içerecek ve hepsini birleştirecek olan imparatorluğumuzun doğal sınırlarına kavuşması için Moskova’daki düşmanımızın yıkılmasının yolunu açıyor” denilmekteydi.
Birinci Dünya Savaşı’na girildikten sonra Ermenilerin Rus ordularıyla iş birliği yapması, Ermeni çetelerinin Türk köylerini basarak soykırıma girişmeleri ve nihayet Arapların isyanı ve düşmanla saf birliği etmeleri Türkçülüğü siyasî alanda daha da güçlendiren gelişmeler oldu. Bu durumda Osmanlı yönetimi, Türkçülük propagandasını Rusya’nın en iç bölgelerine kadar yaymayı hızlandırdı. Doğu Türkistan’da girişilen propagandalarla, buradaki Türklerin Osmanlı Devleti’ni desteklemesi için çağrı yapıldı.
Bu faaliyetler, İslâmcılık siyasetinin artık tamamen terk edildiği bir döneme rastlamaktadır. Zira, aynı zamanda bütün Müslümanların halifesi olan Osmanlı hakanının ilân ettiği cihad-ı ekberi ciddîye alan pek az Müslüman görülmüştü. Onlar da ancak aralarında para toplayarak yardıma kalkışabiliyorlardı. Buna karşılık, Osmanlı ordularının karşısına gönderilen birliklerde Faslı, Cezayirli, Hintli pek çok Müslüman askerin yer aldığı açıktı.
Savaşın son yallarında bile, Osmanlı Devleti, Türk illeriyle iş birliği projesinden geri adım atmamıştı. Suriye’deki savaşın en hararetli döneminde birçok askerî birlik Azerbaycan’a sevk edilerek buradaki Türk birlikleri altı tümene çıkarılmıştı. Azerbaycan’daki Türkçü Müsavat Partisi, Osmanlıların bu gayretlerine yardımcı oluyordu. Bakü ile Tiflis arasındaki demir yolu ve telgraf hatlarının ele geçirilmesinde Tatarlar, Osmanlı birliklerine destek veriyordu. Artık, Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybettiği anlaşılmıştı. Bu dönemde, İttihadcılar İstanbul’dan doğuya ve kuzeydoğuya uzanan yeni ve alternatif bir Türk devletinin kurulması projesini hâlâ ısrarla sürdürüyorlardı.
Enver Paşa, hayâlindeki Turan devletinin temellerini atmak için, siyasî mücadeleden çok silâhlı mücadelenin yarar getireceğini düşünüyordu. Bunun için Türkistan’a giderek orada teşkilâtlanma başlatmıştı. Ancak, bir bayram sabahı Rus makinelitüfeklerinden çıkan kurşunlarla şehit edilince bu tasarı gerçekleşemedi.