Ana Sayfa 1998-2012 “Lâle, Edo ve Sermest Selîm”

“Lâle, Edo ve Sermest Selîm”

“Tulipomania”, lâle deliliği demekmiş. Böyle bir delilik, bediî sâhaya giriyor. Kemâl-i âfiyetle yenilip içilen nice gıdânın, nasıl ağız ve mide aboneleri oluyorsa, lâlenin de peşine düşen deliler var. Bunu, çok kıt ve dar mâlûmatla 18. yüzyılın başına hapsedip, Osmanlı târihinin bir dönemine alem yapmak; lâleye de, deliye de yazık etmek olur.

Ampirizm (empirisme) deyince, bütün vücûdu beyniyle berâber lâboratuvara giren pozitivist-materyalist çığırtkanlar, hayâtın merkezine, enjektörle sıvı fışkırtmayı koyuyorlar. Sonunda da, ortalık sulu-zırtlak bir çeltik tarlasına dönüyor. Lâleye hakkını vermek için, lâlezârın ortasına bağdaş kurup oturmak lâzım.

Osmanlı’nın mâzisi üzerine söz sermâyesi harcanırken; hep yeniliklere sırt çeviren, abûs, aşırı muhafazakâr, hattâ mürteci’ (!) bir devlet profili çıkarılır. Hammer başta, Avrupalı târihçilerin, Osmanlı’yı götürmek istediği istasyon bellidir. Meydânında idâm sehpâsının kurulduğu o yerde, lâleye tahammül edilebilir mi?

İşin en garîb tarafı; “çiçek yetiştirme ve ıslâhı” gibi, dünyânın en mâsûm, dahası, estetik damgalı hareketini de, bize fazla görmeleridir. Yâni, ne yaparsanız yapın, ampirik (empirique) kafalılar nezdinde makbûle geçmiyor.

Hâlbuki; Üçüncü Ahmed Hân’ın, bahçelere taşıdığı lâlelerden daha çoğu, zihninde açıyordu. “Aman, hamle sırası Türklere gelmesin!” telâşı ile, kafamızı ince, uzun bir vazoya sokan Batı, kendi iç dünyâsında hesaplaşmaya girdiğinde, san’atın diliyle konuşuyor. Aynı fiil, kendileri için meziyet; bize gelince “tu kaka!”

Hep bu çifte standard anlayışı yüzünden, nice zinde bünye zaafa uğradı. Adamlar, aslâ bize çiçek nezâketi ve inceliğini yakıştıramıyorlar. Oysa, lâlenin Avrupa’ya Türkiye’den taşındığını, Avrupalı Avrupasız cümle âlem biliyor.

Sultan Ahmed Hân-ı Sâlis’in saltanat yıllarına “Lâle Devri” denmesi, Patrona’yı bile proleteryaya dâhil edenlerin huzûrunu kaçırıyor. Çünkü, mânâ ülkesini tamâmen ele geçirmese dahî, maddî yapıyı sarsan Türk rönesansına ramak kalmıştır. Hemen icâbı yerine getirilmeli ve günahkâr keçi maskesi, Mülket-i Osmânî’ye yapıştırılmalıdır.

Târihin tekerrüründen dem vuranlar, içimizde de, dışımızda da aynı terâneye nakarât düzüyor. En tabiî ve de mukaddes insanlık hakları yerlerde sürünüp, ayaklar altında çiğnenirken susmayı yeğleyenler, nâzenîn bir çiçeğin yaprak ve çeneklerine takılıp, infaz memûru kesiliyorlar.

Fâtih’in, çiçek koklarken görüldüğü minyatür, Türk’e has bir deliliğin senedi. O çiçek, karanfil yerine lâle de olabilirdi, hiç fark etmez!…

“Edo” veya “yedo”, Japoncada uzun ve dar körfez mânâsına geliyor. Honşu Adası’nda; deniz kıyısında dar, uzun bir körfez üzerinde kurulan Tokyo (Tokio) şehrinin, 1868’den önceki adı da “Edo”. Bu târihe kadar Japon Devleti’nin başşehri Kyoto idi. Nasıl, İstanbul için “Dersaâdet”, “Âsitâne” gibi herkesin kabûlüne erişmiş isimler kullanılmışsa; Kyoto’ya da “Batı’nın başşehri Saikyo” deniyordu. Edo’nun, devlet merkezi olması kararlaştırılınca, Saikyo’dan mülhem “Tokio=Doğu’nun başşehri” sözü resmîyet kazandı.

Doğu’ya ve Batı’ya hükmetme geleneği, Japonlara nereden intikâl etmiştir, bilinmez ama, bu âdetin bânîsi Türk milletidir. Doğu ile Batı bir araya gelince görünen yekûn; “ajun”, yâni Dünyâ’dır. Rahmetli Osman Tûrân’ın kitaplaştırdığı “cihan hâkimiyeti mefkûresi”; kısaca, Doğu’dan Batı’ya, Dünya’yı saltanat ağacının altına koymaktır.

“Oğuz Kağan” rütbesini hakkıyla kazanan Mete Han, beylerine ve oğullarına hedef olarak gökkubbenin altındaki mesâhayı, diğer adıyla Cihân’ı gösteriyordu.

Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati’t-Türk’e derc ettiği meşhûr saguya göre, Alp Er Tunga, “Ajun Beği” idi. Bu yiğit hükümdârın ölümüne, , “İsiz Ajun” (Kötü Dünyâ) için giriştiği mücâdele sebep olmuştur. Hattâ, bu ölüm, Dünyâlı kötülüklerin intikâmı bilinmiştir.

Dandânakan Zaferi ile Türk’ün tâlihini Doğu’dan Batı’ya taşıyan Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdad önlerine geldiğinde, bizzat Abbâsî Halifesi tarafından “Sultânü’l-Mağrib ve’l-Maşrık=Doğu’nun ve Batı’nın Sultânı” hitâbıyla karşılanıyordu.

Yavuz Sultan Selîm’den itibâren, Osmanlı pâdişâhları “Halîfe-i Rûy-ı Zemîn” diye anılır oldular. Burada da yine; Doğu’lu, Batı’lı hesap pusulaları vardı.

Bu meyânda teslîm edilmesi gereken bir “âlem hakkı” var. Türk milleti, Alp Er Tunga’nın ardından yaka-paça yolan “Kötü Dünyâ”ya nizam vermek için, kendini fedâ etmiştir.

Türk’ün ayak izini tâkib ederek onun ardından yürüyen başka topluluklara, meselâ İngilizlere bakıldığında, bu fedâîlik psikolojisi açıkça ortaya çıkacaktır.

İyiliği hâkim kılma uğruna katlanılan sıkıntılar, elbette yine iyilikle, faziletli davranmakla yok edilebilir. “Hâkim” yerine “hâdım” olmayı tercih eden bir mâzîden geliyoruz. Kötülerin üç buçuk günlük aldatıcı saâdeti, iyilik üzre davrananları nedâmete sevk etmemeli. Bilhassa bugünlerde Türk’ün, kökü mâziden gelen mâlûmâta, hasenâtı harmanlayan fiiliyâta şiddetle ihtiyacı var.

Doğu’nun da, Batı’nın da hâlâ Türk’den alacağı var; ışık gibi, insanlık gibi…

Motorlu araçların hareket edebilmesi için “gaz” pedalına basılır. Fakat, lüzûmundan fazla gaz verilirse motor boğulur, yaygın tâbirle “ambale” (emballement) olur. Kul yapısı motorun zihni, beyni bulunmadığından, ihtiyaç duyduğu bakım yapılınca eski hâline döner.

İnsanın ve de milletlerin iş göremez duruma sokulmaları, ortaya, motorun grafiğinden çok farklı tablolar koyuyor. Çünkü, hâfızası ambale olan kavimler, beyin ameliyatı bile olsalar, semsemliği üzerlerinden atamıyorlar.

Keçecizâde Fuad Paşa’ya atfedilen ve yabancı dipomatlara söylenen meşhûr: “Siz dışarıdan, biz içeriden Devlet-i Âl-i Osmân’ı yıkmaya çalışıyoruz. Lâkin muvaffak olamadık. Zirâ, bu devlet, sanıldığından daha da kuvvetli imiş…” itirâfı, ambale bir devlet bünyesinin târifidir. Paşa’nın hazır cevaplığını, talâkatını takdir etmenin çok ötesinde; en üst kademede bir teslîmiyet tavrı, resmîyete dökülmektedir. Ayrıca, çâre aramak yerine, yıkılışa bilfiil iştirâk etmek temâyülü ağır basmaktadır.

Fuad Paşa’nın da, muâsırı diğer erkân-ı devletin de anlamakta, anlatmakta sıkıntıya düştükleri husus, kendilerini devlet mekanizmasının dışında görmeleridir. Ne yazık ki, aynı düşünce tarzı, hem de bütün “monşer”liği ile devâm etmekte.

Millet olmadan devlet olmayacağı, sâdece Cevdet Paşa ve emsâli bir avuç dimâğ ehlinin satırlarında gömülü kalmıştır.

“Devlete rağmen” tavırların asrîlik, modernlik, hattâ insanlık (!) sayıldığı “dan-dun” günler, çıkardığı nice sahte kahramanla birlikte, Türk hâkimiyetinin cenâze alayını teşkil etmiştir. Sanki, Türk’ün ilticâ edecek başka diyârı varmış gibi, ha bire muhâceret şarkıları bestelenmiştir.

Doksanüç Harbi, Yunan Harbi, Balkan Harbi, Birinci Cihan Harbi felâketlerini yaşayan millet biz değilmişiz; her biri bugünkü Türkiye büyüklüğünde onlarca vatan parçasını biz hebâ etmemişiz gibi, hâlâ “vatan”ı hafife alan tufeylî edâları alkışlıyoruz.

Her şeyden evvel, zihin bulanıklığından kurtulmamız lâzım. Vatansız, devletsiz yaşamak, bu büyük milletin alnına yazılamaz. Bunu, târih koridorunda yapılacak her çeşit yolculuk, en kestirme usûlle anlatacaktır.

Hangi milletin, demir dağları erittiği “Ergenekon”u var? Hangi devletin arşivinde, Türk azminin destânı ölçüsünde “hazine-i evrak” var?

“Türk milleti” ve “Türk devleti” olmanın yüklediği bir mes’ûliyet aranacaksa, damarlardan önce hâfızaya bakmak lâzımdır. Târihe müracaat etmeden, “ambale” zihin yapısından kurtulma ümîdi yok!..

“Anakronizm (anachronisme)”, târihi hatâlı idrâk etme yerine kullanılan Fransızca bir tâbir. Bu hatâya düşenlere de “anakronik (anachronigue)” deniyor. Aynı zamanda “çağı geçmiş, eskimiş” mânâlarına da gelen anakronik tip, 21. yüzyıl Türkiyesinde pek mebzûl.

Hani, insanın tabiatında bulunan kendi kusûr ve kabahatini karşısındakine yükleme huyundan bahsedilir ya; ne kadar “târih körü” varsa, Türk’ün renklerini, ışıklarını hem göremiyor, hem de görenlere bühtan üstüne bühtan ediyor.

Keşan’da bir öğrencinin yazdığı kompozisyonda, “Osmanlılara kâfi miktarda, hakâret edildi mi, edilmedi mi?” diye, gazete köşelerinde kıyâmet koparılıyor. Böyle bir anakronik tutum, kelimenin ana yurdu Fransa’da ortaya çıksa, kim bilir, kaçınca Dreyfüs dâvâsı açılırdı?

Târihî şahsiyetleri, günah ve sevaplarıyla terâziye çıkarıp değerlendirirken kullanılacak dil, üslûb, belki objektif olmayabilir ama; incitici, kaba, hattâ hakâret ötesi çirkin tarzda belirmemelidir. Ne kadar inkâra çalışılsa da; Türkiye Cumhûriyeti, Osmanlı Devleti’nin yerine kurulmuştur. Üstelik, bu yeni siyâsi yapının bânîleri, tamâmen Osmanlı eğitim sistemi ile yetiştirilmişlerdir. Ortada, “boynuzun kulağı geçmesi” şeklinde bir aykırılık yerine, “dalın beslendiği kök” hakîkati bulunmaktadır.

Bütün gayretimiz zevâhiri kurtarmaya yönelince, kurtarıldığı zannedilen zevâhir de kimseye yâr olmuyor. Gâliba, bizi buraya taşıyanlar kargo ücretini bize ödetmek için husûsî çaba içindeler. Kim olursa olsun; ismi, zamânı hiç mühim değil, târihî perspektifte değerlendirmeye alınacak şahsiyetler, değerlendiricinin şerrinden korunmalıdır.

En basit ve bahâda hafif el âletinin bile garanti süresi ile belgesi bulunuyor. Onu kullanacak tüketicinin haklarını korumak için yeni yeni kapılar açılıyor. Peki, “târih” denilen büyük, muazzam tesîsin böyle bir koruma hukûku yok mudur? Her önüne gelen, canının ve sipâriş sâhibinin istediği şekilde “târih” icâd ederse, hakîkî târihi nerede, nasıl bulacağız?

Herhangi bir hâdisenin, gelişmenin târihe mâl olması için lâzım gelen zaman miktarları, sık sık ifâde edilir. Resmî ve gayr-ı resmî târih farklılıklarından bahsedilir. Sahte kahramanların ortalıkta kabara kabara dolaştıkları söylenir. Peki ama, esas söz sâhibine, yâni târihin kendisine niçin söz hakkı tanınmaz? Doğruları eğriltmek yolunda harcanan mesâînin çok küçük bir kısmı târihi dinlemeye ayrılsa, piyasadaki anakronik sayısına “kıran” girer..

Nietzsche’nin müdâfaa ettiği ahlâk felsefesi “töresizlik” esâsına dayanıyor. “İmmoralizm (İmmoralisme)” adını alan bu düşünüş şekli; ahlâkın, ahlâksızlık üzerine binâ edilmesini istiyor. Anarşiye, en müsâit zemîni hazırlayan bu ihtilâlci ve ahlâkî değerleri toptan reddedici anlayış, günümüz Türkiyesi’nde her geçen saat hızını arttırarak genişliyor.

Sözde araştırmacı bir bakışla, hiç derinliği olmayan kasıt cümlelerine “akademik” maske takan immoralistler, hedeflerine varmak için her türlü riyâkârlığa, sahtekârlığa tevessül ediyorlar. Ahlâksızlık ideolojisini hâkim kılmaya çalışandan, zerre miktârı “ahlâkî” davranış sâdır olur mu? Elbette olmaz.

En son hünerleri, “meyhâne edebiyâtı”na Osmanlı Hânedânı’nı bulaştırmak! Türkiye’yi kendinden ibâret sayan bol kâğıtlı gazetenin birinci sayfasına, Yavuz Sultan Selîm’in rûhunu sızlatan o meşhûr -küpeli- resmi koymuşlar, altına da: “Sarhoş lâkaplı Yavuz Sultan Selîm” yazısını dizmişler.

Târihin tanıyıp ismini kaydettiği birkaç cihângîrin en mühîmi, Yavuz Sultan Selîm’dir. Onun, alnının akıyla hak ettiği nice unvan, sıfat ve lâkabı arasında “sarhoş” tâbirine kimse rastlamamıştı. Mâmâfih, bu büyük insanın “sarhoş” olduğu demler yok değildir. Lâkin, târih sahnesine sürûr veren “Selîmî” sermestliklerin hiçbirinde, “alkol”ün gölgesi bile yoktur. Sultan Selîm’i Evvel’in başını sevinçden döndüren, ama, aslâ gurûra kaptırmayan mânevî hâller, hep ve dâimâ “hamr”ı haram kuyularına hapseden İslâmî duruşun renkleridir.

Ahlâksızlığı ahlâk edinenler, bütün kâinâtı kendi meşreplerine ortak gösterme gayreti ile, en muhkem kalelere destûrsuz hücûm ediyorlar Cehâletin ve aklı kiraya vermenin beslediği bu hücûmlar, şimdiye kadar en sarsılmaz zannedilen taşları yerinden oynattı.

Şuûrlu bir eşkilde sürdürülen içki reklâmları ve meyhâne muhabbeti anlatan yazı serîleri, artık vaziyetin müsâit hâle geldiğini çoktan haber veriyordu. Yavuz’u “sarhoş” ilân eden ve hakîkî bir sarhoş hezeyânı olan satırlar, mescidde kadeh tokuşturmak seviyesizliğinde bir karalama!

Yavuz’un hayâtını anlatan ve “Selîmnâme” mektebini meydâna getiren onca ciddî eser varken, sözde ve fiilde girdiği günahların ağırlığı altında “Tâib” mahlâsına ilticâ eden tövbekârı referans göstermek, meyhânede namaz kılmak gibi absürd bir iş. Cehîlin elindeki balta, nâmus kapımıza yönelmiş… Dünyâ’nın en kirli insanları, suyun berraklığından ve arıtıcı hassasiyetinden korkan; bu yüzden de suyu düşmân ilân eden “bed-fıtrat”lardır. Yavuz Sultan Selîm’in “su” gibi âziz duruşu, bu nâdân ehline dâimî rahatsızlıklar veriyor.

İstanbul’da doğan ve ölen 17. yüzyıl şâirlerinden Cevrî Çelebî; ömründe kayığa binmemiş ve Anadolu Yakası’na geçmemiş. Galata’da işi olunca Halic’i atla dolaşır, Alibey Deresi ile Kâğıthâne Deresi köprülerinden gider, gelirmiş.

“Ol mâhîler ki, deryâ içredir, deryâyı bilmezler!” meseli, herhâlde Cevrî’ye çok yakışıyor. Buna, psikolojik terminolojide “hidrofobi (hydrophobie)” deniyor.

Cevrî Çelebî, “su korkusu” mecrâsında yalnız değil. Târihî seyri içinde Türk topluluklarının ezici çoğunluğu “su”dan, özellikle de denizden uzak durmuş. Dünyâ hâkimiyetinin, su üzerindeki güç ve kuvvet üstünlüğünden geçtiğini anladığımızda, maalesef Üsküdar’da sabâh olmuş…

Bugün, değişen iklîm şartları yüzünden, her memleket gibi, Türkiye’nin de su ile başı dertte. Artık, her hava raporu bülteninde içme suyu rezervlerinin yüzdeliklerini dinleme alışkanlığı edindik. İki damla yağmur düşse, baraj seviyesine bakıyoruz. Suyu isrâf etmememiz lâzım geldiğine de, bu vesîle ile inanmış göründük. Dolayısıyla, denize uzak durma hâlinden suya hasret kalma gününe ulaştık.

Hemen hemen bütün iklîm değerlendirmeleri, deprem tahmîni gibi, muğbeçeliğe dönüştü. Eline fırsatı geçiren, âlâsından bir felâket tablosu çiziyor. İş, “ne yapmak lâzım?” kısmına gelince, ortada kimseyi göremiyorsun. Hayâlî bir suçlu îcâd edilmiş. Adresi bilinmeyen bu mücrîmin üzerine, kamyonlar dolusu taş atılıyor.

Sözün bittiği yerde, fiil, nöbeti devralırmış. Ama, şimdi aslâ bitmeyen bir söz katarı var.

Eşkıya ve anarşistin dağdan Meclis’e gelmesi için, en yüksek râkımlı tepelerden dâvetiye çıkarılan bir memlekette, at izi ile it izi birbirine karışmaz mı? Böyle bir rûhî kaosun kirliliğini, hangi su kaynağı ile temizleyebilirsiniz?

Boşu boşuna kendimizi kandırmayalım. Sâhip olduğumuz değerlerin, kat’â farkında değiliz. Ancak, “su” misâlindeki gibi, kaybettiğimiz zaman figânı koparıyoruz.

“Su” ile ifâde edilen nimetler arasında fizikî olarak belki “vatan sevgisi” yoktur, ama; “su”, zâten vatan demektir. Yâni:

“Düş d’önüme hubbü’l-vatan!

Gidem ey dost! Deyû deyû…”

çığlığı, Yûnus’un dilinden dökülen bir vatan şelâlesidir. “Sevgili” makâmındaki vatanın, en akılda kalan köşeleri, sularıdır. Suyun dinlendirici görünüşü, vatan oluşundandır…

 

Orkun'dan Seçmeler