Klasik ekonomi, tabiî kaynakların sınırsız olduğunu düşünür. İnsanoğlunun fizikî dünyaya hâkim olabileceğine inanır. 20. yüzyıla girildikten sonra tabiatın ekonomiye verdiği hizmetlerin zaman içerisinde azalabileceği fark edildi. Ancak bu bilgi genel kabul görmedi. Ekonomi çarkının dönmesi için yer altı suları, göller ve ırmaklar, ormanlar ve diğer tabiî kaynaklar hoyratça kullanıldı. Verimi artırmak için toprağa gübre yerine kimyevî maddeler karıştırıldı. Kimyevî maddelerin doping etkisi yaptığı, zaman içerisinde toprağın gücünü azalttığı görüldü. Böylece ekonominin temel amacı olan daha fazla üretimle büyüme hız esti. Tabiat kaynaklarının tükenebilir sermâye olduğu bir defa daha anlaşıldı.
Buna rağmen toprak vermeye devam ediyor.
Ekonomi ile ilgili eski sistemde; kaynakların verimli kullanılması kadar tasarruflu kullanılması gerektiği fikri de gelişmemişti. Ürünlerin tanıtımında, dağılımında ve ihtiyaç bölgelerine ulaştırılmasında ve paylaşımında aksamalar vardı. Kaynakların; en kolay şekilde en yüksek kârın elde edilmesi için kullanılması, tek prensipti. Böylece zengin daha zengin oldu. Daha zenginler, daha fazla tüketme imkânı buldular. Fakirler ise bulduklarıyla yetinmek mecburiyetinde kaldılar.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ekonomi anlayışında değişiklikler oldu. Görülen gerçeklerin ışığında yeni stratejiler geliştirilmeye çalışıldı. Ancak eskiye dönüş mümkün olmadı. Tahribatın sınırlarının dondurulması için uyarılar artırıldı, milletlerarası anlaşmalar imzaya açıldı.
Dünyanın ekonomik durumu genel hatlarıyla böyle özetlenebilir.
TÜRKİYE’DE DURUM
Ülkemiz ve insanları biraz daha şanslı idi. Yıllardır; ‘Kendi ürettikleriyle beslenebilen 7 ülkeden biri…’ olmakla övündük. Kaynaklarımızın tükeneceğini değilse bile veriminin düşeceğini, mâliyetlerin artacağını düşünmedik.
İşbaşına gelen hükümetlerin, dış yönlendirmelerle düzenleyip uyguladıkları hatâlı tarım politikaları ülkey i, bu gün karşı karşıya bulunduğumuz duruma getirdi. Gelinen noktada bâzı gıda maddelerinin fiyatları aşırı ölçüde yükseldi. Bâzılarının bir müddet sonra hiç bulunamaması endişesi belirdi. Piyasalardaki sıcak paranın, kimilerine göre 20, kimilerine göre 50 milyar doları ülkemizi terk etti.
Ekonomimizin üç-beş yıldır iyi bir seyir tâkip ettiği, krizlerden etkilenmeyecek sağlam bir yapıya kavuştuğu iddiaları sebebiyle rehâvete kapılanlar oldu.
Sonuçta; her ne kadar 2001 yılındaki gibi büyük olmamakla birlikte bir krizin kıyısına geldik.
Yaşanan olumsuzluklar, rehâvetin sonucu olarak değerlendirilebilir. Olumlu gelişmelerin iç yönetimden kaynaklanmadığı, dış piyasaların yansıması olduğu bilgilerine itibar edilseydi, dünya piyasalarındaki olumlu gelişmelerden etkilenen ekonomilerin, olumsuzluklardan da etkileneceği göz önünde bulundurulurdu. Böylece dünyada yaşanan krizden kârlı çıkardık.
Bunlara rağmen kimsenin endişesi olmamalı. Yaşanan krizden; dış ticaretimizin dengesinin biraz daha bozulması, bütçe açığının biraz daha artması pahâsına da olsa, çıkarız. Etkilenme derin ve sarsıcı olmaz. Bilindiği gibi geniş bir alana yayılan ağırlıklar, zamana yayılan sıkıntılar çok da şiddetli hissedilmez. Ancak, geçmişten gelen problemler, uzunca bir süre daha devam eder. Çözümler daha da zorlaşır. Her geçen günde olduğu gibi…
Paniğe kapılmayan, soğukkanlı bir yönetime ihtiyaç var. Soğukkanlılığını koruyamayanlar, telaşa kapılanlar çıkış noktalarını göremezler.
Çıkış noktaları ülkemizin potansiyelidir.
EKONOMİ ANLAYIŞIMZDA İNCE AYAR
Türkiye elbette sanayileşmek mecburiyetindedir. Finans çevrelerinin de uzağında kalınmamalı. Turizm sektörü ihmal edilmemeli. Bir tarım ülkesi olduğu da asla unutulmamalı. Büyük ve küçük baş hayvancılığımız, balıkçılığımız, arıcılığımız, meyve – sebze ve tahıl üretimine elverişli topraklarımız ekonomimizin dinamosu olarak değerlendirilmelidir.
Türkiye, gerek coğrafî konumu, gerekse tarihin akışı içerisinde üstlendiği roller sebebiyle problemli hâle getirilmiş bir ülkedir. Sosyal bilimciler; ‘Sizin ne olduğunuz önemli değildir. Nasıl tanındığınız önemlidir.’ Diyorlar. Batılıların Türkiye hakkındaki değer yargıları olumlu değil. Onlara yardımcı olan yerli işbirlikçileri var. Elbirliği ile kendimize olan güvenimizi sarsıyorlar. Bu psikolojik çöküntüyü önlemek ilk iş olmalı.
Ekonomi ile ilgili gelişmeler, sosyal olaylardır. Sosyal olaylar, deprem gibi birden oluvermezler. Sebepleri de tek değildir. Dolayısıyla çözümleri de hemen ve tek olmaz. Ancak ülke ve bölge özellikleri sebebiyle değişiklikler gösterse bile benzerlikler de vardır.
ABD ve uzak doğuda bir yıl önce buğday ve pirinç fiyatları artış eğilimine girmişti. Bu gün gelinen noktanın habercisi idi.
Bâzı ülkelerin teknoloji ürünlerine ağırlık vererek tarımdan çekilmeleri, gıda fiyatlarının yükselmesinde önemli bir faktördür. Bu ülkeler, yine bir yıl önce tarım ürünleri ihracatını kısıtladılar. Türkiye’de, ekonominin iyi yolda olduğu söylentileriyle bu gelişmeler tâkip edilmedi ve tedbir alınmadı.
ABD, son 70 yılın en büyük ekonomi krizini yaşıyor. Kriz dünyaya yayıldı. Türkiye’nin etkilenmemesi beklenemezdi. Dışa bağımlı ve piyasasında bol sıcak para bulunan ülkelerde kaçınılmaz sonuçtur. Bu sonucu yaşıyoruz.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’in açıkladığı verilere göre büyüme hızındaki gerileme de aynı sebebe dayanmaktadır. Gerilemenin en belirgin alanı, özel sektör tesis yatırımlarında ön plana çıkıyor. Demek ki özel sektör, gelmekte olan krizi hissetmiş, yatırımları durdurarak kemer sıkmış.
Şartların daha fazla ağırlaşmamasının sebebi olarak görülebilir. Bu gün yaşanan krizin sinyallerini 2006 yılının ortalarında alabilenler, en az etkilenen grup olacak.
Devletin kontrolündeki ekonomide yaşanan gelişmeler, sorumluların sinyal almakta yetersiz kaldıklarını gösteriyor.
Büyüme hızındaki gerilemeye rağmen dış borç stoku 2007 yılı sonunda 40.000.000.000 dolar artarak 247.000.000.000 dolara yükseldi. Yükseliş, ana para ve faiz ödemelerinden kaynaklanıyor. Yatırımın olmadığı ortamlarda borcun yükselmesi ciddî tehlikelerin işâretidir. Anlayabilene…
Bütün bunların en kötü sonucu olarak istihdamdaki azalmayı görüyoruz.
Son bir yılda 500.000 kişilik yeni işgücü oluştu. Kapanan işlerleri sebebiyle açığa çıkan işgücü sayısı 300.000 kişi. İşsizlerin oranı % 10,3’ten % 18.4’e yükseldi.
DAHA DA KÖTÜ OLABİLİR
Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OECD) verilerine göre gelişmiş ülkelerde emek verimliliğinde gerilemeler yaşanıyor. Sanayileşmiş 30 ülkede çalışılan saat başına oluşturulan katma değer, 2000 yılında % 2,6 iken, 2006 yılında % 1,4’e düştü.
Emek verimliliğinde düşüş yaşanan ülkelerdeki olumsuzlukların Türkiye’yi etkilemeyeceğini düşünen yönetimleri, yalnızca tahmin özürlü olarak kabullenmek, kendimize ihânet olur.
Ne yapmak gerek ?
Her problem çözümünü berâberinde getirir.
Hastalıklar, insanların; krizler de toplumların karşılaştıkları olumsuzluklardır. Onlara kızmakla kurtulamayız. Geleceğini anlamak ve tedbir almak gerek. Geldiğinde ise iyi tahlil etmek ve daha sonrası için yine tedbir almak gerek.
Malthus teorisi Türkiye’miz için geçerli olmasa bile, dünya genelinde haklılık kazanıyor. 1950 yılında dünya nüfusu 2.500.000.000 idi. 2000 yılında 6.100.000.000 oldu. 2050 yılında 14.000.000.000 olacak. Kendi ürettikleriyle beslenemeyen ülkelerin sayısı artacak. Açlık tehlikesi, Türkiye’nin uzağında olsa bile, bâzı ülkelerin kapılarının yakınında. Tehlikenin, Türkiye’de sıkıntılara sebebiyet vereceği muhakkaktır.
Tarım sektöründen çekilen aileleri, tekrar tarıma döndürmek zordur ve zaman alır. Dönüş yollarının bu günden hazırlanması, daha kötü gelişmeleri engeller.
Çağımız insanının, 50 yıl sonrasını görüp düzenleyecek yöneticilere ihtiyacı var.