Ana Sayfa 1998-2012 KIZILCA GÜN

KIZILCA GÜN

1919 YILINDA :

Başta İstanbul olmak üzere tüm vatan düşman çizmesi altındadır. Ankara da İngiliz ve Fransız askerlerince işgal edilmiştir. Ankara Tren istasyonunda İngilizler ve İngiliz bayrağı, Ulus’ta Taş Han karşısındaki binada (sonradan ilk meclisimiz yapılan) Fransız askerleri ve Fransız bayrağı vardır.

Mustafa Kemal Paşa Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra 18 Aralık 1919’da Kayseri’de, 24 Aralık 1919’da Kırşehir’dedir. Arabasının patlayan lâstiklerine çaput doldurularak 27 Aralık 1919 cumartesi öğlen vakti Dikmen sırtlarından Ankara’ya ulaşır.

Enver Behnan ŞAPOLYO İstiklâl Savaşı’na 1919 yılında 19 yaşında katılmış bir Türk gencidir. Tarih öğretmeni olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren görev yapmış, 1972 yılında ölene kadar da İstiklâl Savaşı’nın hafızası olarak bildiklerini yazdığı kitaplarına dökmüştür.

Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi adlı eseri 1944 yılında Ankara’da Berkalp Kitapevi’nde basılmıştır. Bu onun kitaplarından sadece birisidir. Bu kitabın 256- 271. sayfalarında “Atatürk ve Seğmen Alayı” başlığı altında Atatürk’ün Ankara’ya gelişini Atatürk’ten ve seğmenlerden dinledikleri ile anlatır:

Atatürk ve Seğmen Alayı

Bir Oğuz an’anesi ve yeni bir devlet

Ankara halkı, tarihin pek eski devirlerinden beri (Seğmen düzülme) adı verilen bir Türk an’anesini millî vicdanında gizli bir sihir olarak yaşatmakta idi. Seğmen alayı daima kızılca günlerde kuruldu. Yani millî felâket günlerinde, bir beyliğin ve bir devletin yıkılış sıralarında, halk yeni bir devlet kurmak ve başlarına yeni bir reis seçmek istedikleri zaman bir seğmen alayı doğar , bu alay yeni bir devlet kurar, yeni reisi seçerdi . Bu töre Türkün mucizevî bir mefkûresiydi. Bu an’ane yalnız Türklerin Oğuz kolunda görülmektedir. Bu sebeplerdir ki, Oğuzlar tarihinin hiçbir devrinde devletsiz kalmamıştır .

Seğmen düzülme, çok şâyân-ı dikkat bir içtimaî hâdisedir. Seğmen alayı toplu ve millî bir galeyan ânıdır . Bunun ufak şekilleri bayram ve düğünlerde kurulmaktadır. Seğmenler o gece sin sin denilen bir ateş oyunu oynarlar. Gece bir dağ yamacında veyahut bir tepede büyük bir ateş yakarlar. Maşama denilen demirden yapılmış büyük bir çanak vardır, yanları parmaklıklıdır. İçine yağlı çıra koyarlar ve bunu yakarlar. Etrafına zeybek kıyafetindeki gençler geçerler, kılıç ve kalkan ve davul zurna ile zeybek oynarlar. Karşılıklı bıçaklarla Köroğlu da oynanılır ve nihayet bu ateşin üstünden atlayarak , bir nevi tura oyunu oynayarak sabahı ederler. Sin sin oyunu eski Türk kavimlerinde mevcuttu. Bir nevi ibadet şeklidir .

Seğmen düzülmeyi, yalnız Ankara an’ane olarak saklamıştır. Çünkü bütün Ankara civarı köyleri Oğuz boyları ile doludur. Çubuk’ta Kınık, Kargın, Çavundur, Bökdüz; Elmadağı eteğinde Bayındır, Kırbız, Kusunlar, Ayaş’ta Kayı, Hüseyin Gazi dağı eteğinde Peçenek, Yazir, Dodurga, Kayaş; Bâlâ’da Avşar; Gölbaşında Eymür Gölü köyleriyle Ankara çevrilmiştir. Bütün bu köy adları Oğuzların yirmi dört boyunun adlarıdır.

Ankara’da seğmen, efe, yiğit ruhlu ve atlı mânâsına kullanılmaktadır. Seğmen düzüleceği zaman, Ankara’nın Efeler kahvesi önüne sancak dikilir. Bu bayrak Seğmen alayının kurulmasına işarettir. Eski Türklerde otağ önüne tuğ ve sancak dikmek gibi… Derhâl delikanlılar millî elbiselerini giyerek, Efeler kahvesi önünde toplanırlardı. Mustafa Kemal’in Ankara’ya geleceği günün sabahı da sancak dikildi. O zaman Efeler kahvesi olan Ulucanlar’a giden yolun üzerinde bulunan Sarı Ahmed’in kahvesi idi. Esasen civar köylerden seğmenler de akın akın gelerek hanlara yerleşiyorlardı. Bu günlerde Kalecik seğmenlerinin başında Sülük, Zirlilerin başında Saraylı Ahmet, Yozgat’tan Yeni Şeyhli Rıza uşakları, yani kızanları ile Ankara’ya gelmişti.

Atatürk nasıl karşılandı?..

Seğmenler cumartesi günü öğle üstü Ulucanlar’dan, Sarı Ahmed’in kahvesi önünden kalktılar. Hacı Bayram Camii’ne gelerek Kayyum dede duayı yaptı ve kurban kesildi.

Ankara seğmenlerinden dev cüsseli Güveçli İbrahim, seğmen bayrağını aldı. Üç grup seğmen teşkil edilmiştir. Birinci bayrak Güveçli İbrahim’de, ikinci bayrak Türkmen Hacı Hüseyin’de, üçüncü bayrak Kayserili Hacı’da idi. Tam (700) yaya seğmen ve (3000) atlı zeybek kıyafetinde seğmen düzülmüştür.

Davul ve zurna çalmağa başladı. Davulcular rakslarına başlar. Bu davulcuların en meşhurları Bâlâ kazasının Eblas köyünden gelen Apdal Kızılbaşlardı. Zurnacı Kiş avurtlarını şişirterek çalıyor, Abdal Hasan, Abdal Haydar, Abdal Mahmut da davulları havada birer Şâman gibi, rakslarda bulunuyorlardı:

Bayrağın önünde baltacılar, önlerinde uzun birer meşin önlük Şişli Ahmet, Bekçi Hasan, Karabiberin Rıfat sağ omuzlarında iri baltalar , arkalarında tüfekleri ağır ağır ilerliyorlar, bu halaya bir heybet veriyorlardı. Bu alayda (30) zurna, (50) davul çalıyor, Yavuz Selim Çaldıran’a, Kanunî Süleyman Mohaç Seferi’ne giderken, arslan derisinden yapılmış köslerin çalınması gibi her taraf inliyor, bu kutlu gün cihana ilân ediliyordu.

Seğmen başı kasap Yaşar’ın Karaoğlan cad desinden geçerken Teke palasını havaya kaldırarak:

-Doh!…Doh!..

Sesine bütün seğmen alayı iştirâk ederek,yeri ve göğü inletiyorlardı. Yaya seğmenlerin arkasını üç bin atlı zeybek kıyafetli seğmen atları takip ediyordu. Atlı erkekler arasında, Ertuğrul Gazi’nin alaylarında bulunan Bacı Erenler gibi kadın amazonlar da vardı. Bölük bölük ilerleyen bu atlıların muhtelif bayrakları da vardı. Koyu vişne çürüğü zemin üzerine sarı ay ve yıldızlı bayraklar da görünüyordu. Bu alay Anadolu tımar beylerinin tımarlı sipahi alaylarına benziyor, sanki Viyana önlerine akına gider gibi etrafa bir heybet veriyorlardı. Zurna ve davul sesleri bu insan kalabalığının ruhunu coşturmuş, güneşin doğduğu tarafa götürüyordu………………………………

Ankara şehri namına da istikbâl heyetinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti âzalarından şunlar vardı: Müftü Hoca Rıfat Efendi, Binbaşı, Fuat Kınacızade Şakir, Attarbaşızade Rasim, Toygarzade Mehmet, Bulgurzade Tevfik Beyler.

Dikmen bağlarının eteğindeki küçük bir çeşme önünde Eskişehir mebusu Emin Sazak, Ankara eşrafından Naşit Efendi ve birkaç kişi de burada bekliyorlardı. Burası Mustafa Kemal ‘in Ankara’yı tepeden ilk gördüğü yerdir.

Öğle geçmişti. Hâlâ gelen yok. Fakat halk heyecanından karnının açlığını da unutmuştu. Bütün gözler Kızıl yokuşta, son ümit oradan fışkıracaktı.

Mustafa Kemal geliyor!..

Açık ve ılık bir hava!..Öğleden sonra saat üçü on geçiyor. Bu dakika uzaklardan bir otomobilin korna sesi, bütün insanları yerinden oynattı. Kızıl yokuş toz dumana karıştı. İki otomobil.. Alkış ve yaşa sesleri yeri ve göğü inletiyordu. Çankaya ve Dikmen tepelerinden güzel sesli hafızlar salât ve ezan okuyorlardı.

Büyük harpten kalma eski ve boyası dökülmüş, motoru âdeta işlememek için isyan ettiği hissini bırakan, takırtılı sesler çıkaran emekliye çıkartılmış iki otomobil yaklaştı. Otomobiller Gölbaşına gelince Yahya Galip Beyle Ali Fuat Paşa’yı da Mustafa Kemal otomobiline aldılar. Mustafa Kemal’in şoförü Mehmet Efendi adında birisiydi. Kırşehir’in bozuk yollarında otomobillerin lâstikleri patlamıştı. Lâstiklerin patlak yerlerine şoför Mehmet paçavralar tıkamıştı . Bunu Atatürk’ün kendisi bana anlatmıştı.

Öndeki otomobilde sanki bir güneş doğmuştu. Mustafa Kemal.. Yüz binlerce insan onun yoluna dökülmüşlerdi. Bugün nasıl bir gündü? Bu günü tasvir etmek ve kaleme almak ancak dâhi ediplerin hakkıdır. Bir aydının değil… Bu heyecan volkanının içinde Mustafa Kemal…

Bir millet tarihin karanlıklarına gömülerek yok olurken, tekrar ne suretle doğuyor ve toplum vicdanı ne suretle galeyana gelerek, sinesinden bir adam yaratıyor, onu bugün görmek kâbildi. Bu yazdıklarımı okuyanlar, bilmeyenlere öğretsinler. Türk oğlu nedir? Oğuz türesince neler yaratmışlardı? Kendilerine bırakılan vatanın ne müşkil anlarda, ve ne gibi büyük galeyanlarla meydana geldiğini okuyup anlasınlar!.. Ona göre millet yolunda böyle çalışsınlar diye gündüz durmadım, gece uyumadım; sizlere tarihî vakaları yeniden canlandırmaya, millî gayretinizi arttırmağa çalıştım.

İşte Türk’ün büyük seciyesi, yaratıcı kabiliyeti şimdi Mustafa Kemal’in etrafında kalpten bir çelenk örmüştü.

Mustafa Kemal de bu galeyanın karşısında ne olduğunu şaşırdı.

Bu zaman ona muvaffak olmak inanı geldi. Ankaralıları çok sevdi. Ankara’dan bir daha ayrılmadı. Ankaralıları çok sevdiğini her zaman söylerdi.

Mustafa Kemal’in sarı kalın kaşları, göğün enginlerini taşıyan mavi gözleri herkese ayrı ayrı iltifatlar saçıyor, halkı coşturuyordu. Otomobiller ilerledikçe, halk da takip ediyor; bu akış, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, yeni Türkiye’yi yaratmağa koşuyordu.

Kızıl yokuşun altına iki sancak dikilmişti. Burada iki kurban kesildi. Otomobiller, Yenişehir’in bulunduğu yerde ahşap bir ev olan Salamon Efendi’nin evi önüne geldiği zaman seğmenler tarafından burada da alaca bir kurban edildi.

Mustafa Kemal Paşa burada istikbâl heyeti ve devlet memurlarını bir arada görünce, otomobilinden indi. Herkesin ayrı ayrı ellerini sıktı. Biraz daha ileri gidince yedi yüz delikanlı, zeybek kıyafetinde ve ellerinde teke palalar olan seğmenleri dimdik ve canlı olarak görünce, bu zeybek alaylarına büsbütün hayrette kaldı. Ne olduğunu ve ne olacağını şaşırmıştı. Bu muazzam ve tarihte misli az görülmüş tezahürata şaştı kaldı. Bu koç yiğitleri sert bir sesle:

-Merhaba efeler!..

Diye , yüksek sesle selâmladı . Efeler hep bir ağızdan:

-Sağ ol Paşa Hazretleri…

Mustafa Kemal:

-Arkadaşlar buraya niçin geldiniz?

Gençler hep bir ağızdan:

-Millet yolunda kanımızı akıtmağa geldik!..

Mustafa Kemal:

-Fikrinizde sabit misiniz?

Tekrar bağırdılar:

-Andolsun!..

Mustafa Kemal’in gözleri yaşararak:

-Var olun yiğitler!..

Halk da yaşa sesleriyle her tarafı inletiyordu. Bu zamanda Mustafa Kemal yaya yürüyor, otomobili de kendisini takip ediyordu. Bu gün, İsmet Paşa Kız Enstitüsü’nün bulunduğu yerde Ankara uleması toplanmıştı. En başta Müftü Rıfat Efendi ( Börekçizade ) bulunuyordu.

Mustafa Kemal, ulemayı görünce yanına yaklaştı. Bu zaman Rıfat Efendi:

-Hoş geldiniz, safa geldiniz. Kademler getirdiniz. Memleketimizi aydınlattınız. Canla başla sizinle beraberiz !..

Mustafa Kemal Paşa

-Çok teşekkür ederim!..

Diyerek ilerledi. Fakat Mustafa Kemal’in yolunu istasyona doğru çevirdiler, bu defa tekrar otomobiline binerek, istasyona doğru ilerlediler. Atatürk’e bugüne ait intibalarını sorduğum zaman bana demişti ki:

-Ankaralılar beni misli görülmemiş bir heyecanla karşıladılar. Delikanlılar, millî elbiselerini giymişlerdi. Beni Yenişehir’in bulunduğu yerden istasyona götürdüler. O zamanlar Ankara’yı işgal eden İngiliz kumandanı, istasyonda oturuyormuş. Onlara milletin galeyanını göstermek için, merasim tertibatını bu şekilde yapmışlardı!..

Mustafa Kemal’in otomobili istasyona doğru ilerliyor. Önüne bir grup kalabalık rast geldiği zaman otomobilinden iniyor, onlarla görüştükten sonra tekrar otomobiline biniyordu. Mustafa Kemal gelirken istasyonda bulunan İngiliz kumandanı Mister Vitol, bir yağız atın üzerine binmiş duruyor, İngilizlerin ajanı olan Forbus adlı bir İngiliz de, sürekli fotoğraf çekiyordu.

Mustafa Kemal Paşa, istasyon meydanında jandarma bölüğü ile polisleri selâmladıktan sonra biraz daha ilerlediği zaman, tekrar bir seğmenler alayına rastgeldi. Burada Ankaralı Güveçli İbrahim, seğmenlerle beraber duruyordu.

Güveçli İbrahim elinde bayrak, sol elinde üzeri altın işlemeli bir iri pala ve göğsünde bir Kur’ân-ı Kerim asılı olduğu halde tunçtan bir heykel gibi duruyordu. Sağında büyük bir teke pala ile kasap Yaşar Efe.. solunda ise Köfteci Kırış’ın Bekir Efe bulunuyordu. Diğer seğmenler de sıra ile dizilmişlerdi.

Güvençli İbrahim’i evinde buldum. Hasta yatıyordu. Kendisi ile görüştüm. Bana dedi ki:

-Mustafa Kemal Paşa dördüncü ordudan yani Şark’tan Ankara’ya geldiği gün,başında boz bir kalpak , üstünde canavar kürklü bir kaput vardı. Görür görmez ona kanım kaynadı. Göğsümde Kur’an-ı Kerim, bir elimde bayrak ve diğer elimde bir tek pala , beni görünce yanıma yaklaştı, Kur’an-ı Kerim ile bayrağın ucunu öptü. Sonra bana:

– Nasılsın ağa?..

– Deyince, ben:

– Duacıyım, sağ ol Paşa’m!.. dedim.

Davul, zurna, Paşa’yı önümüze kattık. Hükûmet meydanına vardık. Ben Mustafa Kemal Paşa’yı, Yunan’ı İzmir’den denize dökünce de seğmen olup, Ankara’ya döndüğü gün yine uşaklarla karşıcı çıkmıştım. Büyük zafer günü seksen ihtiyar seğmenlerden bir alay yapmıştık. Meclis’in önünde bir halka olup oynamıştık. Yanımda iki ufak millî elbiseli çocuk vardı. Paşa, çocukları sevdi ve öptü. Çocuklar da Mustafa Kemal’in yanaklarından öptüler. Ben tekrar pala ile ortaya atıldım, karşıma Kasap Yaşar çıktı. Bıçakla karşılıklı zeybek oynadık. Seğmenlerle yolda düzülmek üzere idik, bir polis yanıma geldi: Paşa’nın yanında bir İngiliz kadını var, bir kere daha oynamanızı rica ediyor, sizin fotoğrafınızı çekecekmiş, dedi. Ben kızdım:

-Biz kumandanımıza oynamağa geldik. Elin yaban avratlarına kılıç kaldırıp, zeybek oynayamayız. Varın gidin böyle deyin!..

Diyerek bayrağı elime alıverdim; seğmenleri de sürdüm. Geçip gittim.

Mustafa Kemal Paşa istasyondan ayrıldıktan sonra tekrar otomobiline binerek, şehre doğru ilerlediler. Bu defa Ankara Palas’ın bulunduğu yolun üzerindeki kız ve erkek talebelerin yaşa sesleriyle karşılaştı. Onları da selâmlayıp, Parti Genel Sekreterliği binasının önünden geçerken, bu binada sallanan Fransız bayrağına bakarak ilerlediler. Millet Bahçesi’nde barakalardaki Fransız neferleri de yüksek duvarın üstünden bu galeyanlı manzarayı hayretle seyrediyorlardı. Kim derdi ki, Fransız bayrağının sallandığı bu binada, birkaç ay sonra millî bir meclis açılacak, bu meclis, yeni bir devlet kuracaktı?.. Bu binayı geçerek Ulus Meydanı’na geldiler Mustafa Kemal, Hacı Bayram Veli Türbesi’ne girdi;……………………….

Mustafa Kemal, üç buçukta Hükûmet Konağı’na gelmişti. Halkın toplandığını görünce aşağı indi, bir elinde kalın bir baston, başında bir boz astragan kalpak, üzerlerinde kemerli boz bir pardesü, ve koltuğunda bir çanta bulunuyordu.

Bu merasimden sonra Mustafa Kemal Paşa, Hükûmet Konağı’nın yanında fırka karargâhına girdi. Burada Hâlis ve Mahmut Beyler ve Ali Fuat Paşa’yla bir müddet konuştuktan sonra Vilâyet Konağı’nda hazırlanan odalarına teşrif ettiler. Misafir odasında yayları bozuk bir harap kanepeye oturmuşlardı. Fakat hâlâ davul zurna devam ediyordu. Aşağı inerek, halkın arasına girdi. Yağcıoğlu Fehmi Efe zeybek oynuyordu. Ona, Mustafa Kemal Paşa dedi ki:

– Benim için çok yoruldunuz, zahmet ettiniz ; hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Çok memnun oldum. Sizler çok bahtiyar ve yüksek kalpli insanlarsınız!….

O günün akşamı Mustafa Kemal, ve Heyet-i Temsiliye âzalarını, Keçiören tepelerinin eteğindeki ve Çubuk Çayı’nın önündeki bir tepede bulunan Ziraat Mektebi’ne misafir ettiler. Burası Heyet-i Temsiliye’nin karargâhı olarak hazırlanmıştı. Bu bina sonradan İstiklâl Harbi sıralarında Büyük Erkân-ı Harbiye olarak kullanıldı. Bu binanın üst katı Mustafa Kemal ile Heyet-i Temsiliye âzalarına tahsis edildi. Bu mütevazı mektep binasında Mustafa Kemal, millî mücadelenin esaslarını kurdu. Artık Ankara , dünya siyasetine tesir eden bir merkez oldu. Ankara’yı tanımayan dünyada bir tek insan kalmadı.

Enver Behnan ŞAPOLYO Kızıl Gün’ü böyle anlatmakta. Ankaralılar evlerinden getirdikleri halılarını -babaannem Faika TÜFEKÇİOĞLU’nun da anlattığı gibi karışmasın diye kendi düğmelerini dikerek işaretledikleri halılarını- çeyiz sandıklarından çıkardıkları saten yorganlarını Kemal Atatürk’ün yollarına sererek Kızıl Günü kadınıyla, erkeğiyle Ankara’da tarihe mal ettiler. 27 Aralık 1919’daki Kızıl Gün’ün sonucunda İstiklal Savaşı’yla Ankara’da Türk Devleti bir güneş gibi Türk dünyasına doğdu.

BUGÜN: Yıl 2007 ve 1919’dan 88 yıl sonra!!!!

İstiklal Savaşı sonucunda tam bağımsız Türk Devleti’ni kurduklarını 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet Bayramı ile tüm dünyaya ilan edenlerin bugünkü çocukları, 29 Ekim 2004 de Roma’da Vatikan’da Avrupa Devleti’ne dahil olmak için AB Devleti’nin Anayasası’na imza atıyor. 2007’de bizler 1923’de kurduğumuz devletimizin gönüllü tasfiye memurluğuna hatta yıkıcılığına mı soyunuyoruz?

Roma’da Hıristiyan dünyasının merkez kilisesi Vatikan’da 29 Ekim 2004’de AB’nin tam üyelerinin katılımı ve gözlemci Olarak Türkiye’nin de imzaladığı AB Anayasası 482 sayfa ve 448 maddedir. Tam üye devletlerin parlâmentolarının tamamında henüz bu anayasa onaylanmadı. Onaylandığında hukuken AB devleti doğacaktır. AB Anayasası Madde I-1’de, “Ortak bir geleceğin inşası için bu anayasa Avrupa Birliği’ni kurmuştur” denilmektedir.

Yani tüzel kişi olarak AB Devleti geriye dönülmez olarak kurulmuş olacaktır. Bu kurulan devletin anayasasının ilk paragrafında da “Avrupa’nın kültürel, dinî ve insan mirasından ilham alacağı evrensel değerler üzerine kurulduğu, …” yazılmaktadır.

Avrupa’nın kültürü !!!, Avrupa’nın dini !!!, Avrupa’nın insanı !!!

AB üç temel üzerinde kurulmuştur Hristiyanlık, Roma ve Yunan kültürü

Türk milleti bu temel değerlerin hangisini paylaşmaktadır? Bu temel değerlerin hangisi kendi, özüyle uyumludur?

Temel değerleri böyle olan bir anayasaya evet demek, Türkiye Devleti’nin AB içinde eritilmesini, onların anlayışıyla AB içinde hazmedilmesini kabul etmektir. Bu erimenin mutlak surette sağlanacağını AB Anayasa’nın birinci maddesinde de açıkça görmekteyiz. Birinci maddede devlet şeklinin (European Union) Avrupa Birliği olacağı önemle vurgulanmış. AB Anayasası’nın birçok yerinde AB yerine yalnızca Union demek suretiyle bu anlamın ne kadar önemli olduğu gösterilmiştir. Union iki veya daha fazla yapının birleşip tek bir vücut olmasıdır.

AB’yi meydana getiren üyeleri ayrı ayrı birer muma benzetirsek, 27 ayrı mum ABD örneğinde olduğu gibi federasyon esasında bir araya gelmeyecektirler, yani united olmayacaklar. Yani ayrı ayrı mum olma özelliklerini koruyamayacaklar.

Birliği meydana getiren devletler bir bütün olmak üzere bu anayasa ve onun tamamlayıcısı 100 bin sayfalık Avrupa müktesebatı temelinde eriyip tek bir mum hâline geleceklerdir.

Tek mumum tek ışık kaynağı olur, o da anayasalarında en başta belirtildiği gibi Avrupa’nın dini, kültürü ve insan temelidir.

Amerika Birleşik Devletleri (United States of America), Birleşik Krallık (United Kingdom), Birleşmiş Milletler (United Nation), bu üç yapıda da “United” anlamı bağımsız yapıların bir araya gelmesi demektir.

Europeon Union da ise “union” anlamı iki ve daha fazla yapının tek vücut hâline gelmesi demektir. Union’a dahil olmak oraya kendi renginizle, kendi özelliklerinizle , kısacası kendiniz olarak katılmanız anlamında değildir .Bilakis dahil olunanın temel değerlerini meselâ hukuk sistemini benimsemek, kabul etmek, kendi hukuku yerine kabul etmek demektir. Bu gerçeği 2007 yılı başında tam üye olarak AB’ye katılan Bulgaristan örneğinde çok açık olarak bir kez daha gördük ve yaşadık. Türk kamyonları 2006 yılında Bulgaristan’dan aldıkları transit geçis vizelerine güvenerek Bulgar sınırına 2007 başında gittiklerinde Bulgaristan’ın artık AB tam üyeliği başladığı için transit vize yerine AB’nin vizesini almak zorunda olduklarını gördüler. Çünkü Bulgaristan artık “union” olmuştu, egemenliği bitmişti. Bütün içinde erimesi bütünün kurallarını aynen kabul etmesi gerekiyordu.

Sayın Naci BAYDAR 84 yaşında, babası İttihat Terakkici Maarif Müdürü Haşim BAYDAR Bey, annesi ise Fevziye Hanım, oğlunu her zorluğu yenerek Beyrut’tan İstanbul’a getirip okumasını sağlamış olan millî şuurlu bir Türk öğretmeni. Naci Bey, AB Anayasası konusunda yılmadan araştırıyor ve yazıyor, diğer birçok anayasa ve AB uzmanı (!!!) olduğunu iddia eden TV programlarının gediklilerinden ise Naci Bey’den aldığımız bu çok önemli bilgileri neden hiç duyamıyoruz acaba? Yoksa bu gibi Avrupa muhiblerinin esas görevleri Türk milletini uyuşturup uyutma mıdır?

2007 Türkiye’sinde ise Kızıl Günü doğuran şartlar hızla oluşmaktadır. Dün Ankara’da Kızıl Gün’de Ankaralılar kendilerine yakışanı yaptılar. Bu gün de gerçek aydınlar kendilerine yakışanı yapmalıdırlar.

 

Orkun'dan Seçmeler