Ana Sayfa 1998-2012 Kısa Kısa Takıldıklarımız

Kısa Kısa Takıldıklarımız

AB giriş süreci içerisinde bize dayatılan Kopenhag kriterleri Türk Milletine yabancı değildir. Gayri Türk unsurların, o muhteşem İmparatorluğun çöküşünü hızlandırdığı yıllarda, 1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan, birtakım yenilik diye yutturulan aldatmacaların; 18 şubat 1856’da Sultan Abdülmecid’in (maddeleri İngiliz ve Fransız elçileri tarafından dikte ettirilen) meşhur İslahat Hattı-ı Hümayu’nu yayınlaması neticesinde 25 şubatta başlayıp 30 Mart 1856’da imza merasimiyle sona eren Paris Konferansıyla yapılan dayatma sonucu Avrupalı olduğumuz ilân edilmişti.

Pu Paris Konferansı kriterleri ile Helsinki kararı, Kopenhag kriterlerini yanyana koyduğumuzda maddelerinin çakıştığını, farklılık olmadığını görürsünüz. Demek ki 144 yıl önce kabul ettiğimiz şartlar, şimdi Kopenhag kriterleri diye yine karşımızda.

1856’da Avrupalılaştığımız aldatmacasıyla devletimizin bütünlüğü, ekonomik, sosyal ve siyasî yapımız tehlikeye düşmüştür. Sevr’e giden yolun başlangıcı, 1856 Paris Antlaşmasıyla başlamıştır.

Lozan’la temizlenen ve bu enkazın üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne bugün dayatılanlar sanki “-Nerede kalmıştık?..” diyerek aradaki açığı kapatmaya çalışan Batının yeni yol göstericiler ve kurtarıcılar arayışındaki etkinliklerini sergilemektedir. O çöküş günlerinde yaşananları bizlere hatırlatırcasına, ülkemizi yol geçen hanına çeviren, her işimize burnunu sokanları ve zihniyetini Aralık 1999’dan itibaren izlemekteyiz.

IMF’nin Türkiye’de büro açacağının ifade edildiği birkaç ay öncesi idi; oluşan birtakım tepkiler üzerine büro açmaktan (şimdilik kaydıyla) vaz geçtiklerini beyan etmelerine rağmen IMF’nin bürosu sessiz sedasız açıldı. Ve personeli de faaliyete başladı.

Bir zamanların haşmetli Düyûn-u Umumiye binası olan şimdilerin Cağaloğlu’ndaki İstanbul Erkek Lisesi cesametinde bir yapıda mı olduğunu bilmememize rağmen, çalışmalarn aksatılmadan sürdürüldüğünü basından öğrenmekteyiz.

İşte bu Uluslararası Para Fonu (IMF) heyeti, ikinci dilim kredinin serbest bırakılmasının ardından ikinci gözden geçirmenin (teftişin veya denetimin) hazırlıklarını yapmak üzere Türkiye’ye gelmeye başladılar.

Bu ziyaret sırasında yeni bir grup özelleştirilecek şirketin ve bütçe dışı fonlardan hangilerinin kapatılacağına ilişkin görüşlerini bildirmesi beklenen IMF heyetinin enflasyonda hedefin tutturulması için alınması gereken ek önlemler konusundaki görüşlerini de bildireceği belirtiliyor.

Bu heyet, Ankara’daki temaslarında Hazine, Merkez Bankası, DPT, Maliye Bakanlığı ve Özelleştirme idaresini ziyaret edecek; 24-25 Mayıs 2000 günleri gelmesi beklenen Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn ve Başkan Yardımcısı Johannes Lin de özel sektör ve hükûmet temsilcileri ile görüşerek banka desteğiyle yapılan projeleri yerinde göreceklerdir.

Bu görüşmelerde, Dünya Bankası’nın “Tarım Satış Birliklerinin özelleştirilmesinin önünü açacak yasa ve kamu bankalarının özelleştirilmesine yönelik çalışmaların” hızlandırılmasını istemesi beklenmektedir. Böylece Dünya Bankası’nın, bu koşullar yerine getirilmeden kredileri serbest bırakmayacağı üst düzeyde bildirilmiş olacaktır. Parayı veren düdüğü çaldığına; uluslararası tahkim antlaşmaları da bir engel teşkil etmediğine göre bu isteklerin karşılanmaması için bir neden de görülmemektedir. Böylece Cumhuriyet rejimine ve felsefesine ters bir anlayış sahibi geri zekâlı entellerimiz ve toplumu yönlendirmekle görevli medya patronlarının kontrolündeki basın ve yayın organları vasıtasıyla; Galatasaray’ın UEFA kupası şampiyonluğunun zafer sarhoşluğu arasında IMF’nin Türkiye Masası şefi (Başkomiseri) Carlo Cotarelli’nin de Galatasaray bayrağı ve yaptığı show ile sempatik gösterilmeye çalışıldığını da ibretle izledik. Bu show sonrasında Türk toplumuna bir acı ilâcın içirilmeye çalışıldığını da müşahade etmekteyiz.

IMF’nin Türk tarımı üzerindeki bencil plânı neticesinde oluşan tarım programı çiftçiyi iflâsa sürükleyecektir.

Maalesef “Tarımda modernleşme, Dünyaya Uyum” olarak gösterilen IMF-Dünya Bankası patentli programlar, Türkiye’yi uygarlaşmaya değil sömürgeleşmeye ve perişanlığa sürükleyecektir. Başlıca amacı, çıkarlarını temsil ettikleri gelişmiş ülkelerin dağlar gibi yığılan tarım ürünlerine pazar alanı açmak; yine bu ülkelerin verdikleri ve verecekleri borçların karşılığını garanti altına almak olan uluslararası finans kuruluşlarının istediği, dayattığı bir program olup dışa bağımlılığı arttıracaktır. Bu gelişmeler sonucu Cumhuriyet rejiminin “Efendisi” Türk köylüsü yeniden iflâsa ve toprağını terke zorlanacaktır.

Neticede özelleştirme kapsamındaki TİGEM çiftlikleri ve benzeri araziler ile Türk köylüsünce terk edilen topraklarda da dışa bağımlı ziraat geliştirilecektir. Hidrib tohum satışları ile ayakta duran Uluslararası kuruluşlar bir zamanler kendi gıdasını, kendi topraklarından, kendi tohumlukları ile üreten Türk çiftçisinin üretip, tüketirken bir dahaki mahsûl için ayırdığı tohumluğunu kullanmasını engelleyecek, “intihar eden” diye isimlendirilen hibrid tohum almaya ve maliyetini yükseltmeye, kısaca açlığa ve toprağını terke zorlayacaktır. Cumhuriyet Türkiye’sinin Atatürk döneminde Büyük Atatürk’ün kurduğu ve emek vererek halka bağışladığı Gazi; Silifke Tekir; Tarsus Piroğlu; Dörtyol Karabasmak ve Yalova Baltan çiftlikleri 1950’de Ziraî Kombinalar ile birleştirilerek “Devlet Üretme Çiftlikleri” (DÜÇ) adını almışlardı.

1960’dan 1970’in ilk yarısına kadar geçen zaman zarfında bu DÜÇ’lerinde ekipman ve arazi ıslahında yoğun çalışmalar yapılmıştır. Araştırma ve geliştirme hizmetlerine önem verilmiştir. Bu çiftliklerin çeşit deneme servisleri, Berkman, Kıraç, Kanduru ve Cumhuriyet gibi buğday çeşitleri üretmişler; Bezostia gibi yabancı çeşit uyum denemeleri yapmışlar; koyunculuk alanında da yerli materyal kullanarak Malya, Acıpayam, Sönmez koyunları ıslah çalışmalarında güzel sonuçlar elde etmişlerdir.

Bu güzel çalışmalarla güzel neticeler alan DÜÇ’leri 12 Eylül 1980 sonrası TİGEM adını almış, Özal dönemi ile birlikte bu kuruluşlar istenerek ve bile bile zayıflatılmış, araştırma-geliştirme fonksiyonlarından uzaklaştırılmıştır. İşte bu 386.000 hektarlık geniş topraklarına elektrik, su gibi tüm alt yapı hizmetleri kavuşturulmuş TİGEM arazileri şimdi özel şirketlere devredilmeye, kısaca peşkeş çekilmeye çalışılmaktadır.

Teknolojinin ve endüstrinin yönünü biyoteknolojiye, genetik mühendisliğine çevirdiği gerçeği; TİGEM’in öncelikle özelleştirmede neden iştah kabarttığını gözler önüne sermektedir. Konunun uzmanlarının ittifakla ifade ettikleri gibi “Türkiye’de tohum üretebilecek temiz topraklar sadece TİGEM çiftliklerindedir”. Türkiye’de yapılacak bilimsel çalışmalar için TİGEM arazileri kullanılmalıdır.

Bu araziler ister yerli, ister yabancı şirketlere devredilsin veya kiraya verilsin artık kâr amacı güdüleceğinden TİGEM çiftlikleri bu amaç doğrultusunda çalışmaya sevkedileceklerdir.

Bir zamanlar (DÜÇ)’nin, daha sonra TİGEM’in amaçları olarak sıralanan; hayvansal ve bitkisel üretimi arttırma, ürün çeşitliliği ve kalitesini sağlama, yetiştirilen damızlık hayvan ve benzerleri ile tohum, fide, fidanların yetiştiricilere, üreticilere aktarılması; araştırma ve geliştirme yapma, çevre çiftçilere tarımsal teknoloji kullanımında öncülük, öğreticilik görevlerinden uzaklaşılacaktır.

Kâr amacına dayalı şirketleşme sonucu üretim yerine ithalata yönelineleceğinden tohumculukta ve hayvancılıkta Türkiye dışa bağımlı hâle gelecektir. Sırtını IMF ile Dünya Bankası’na ve çıkarlarına dayamış olan uluslararası şirketlerin içerisinde en kârlı sektör olan tohumculukta faaliyet gösterenlerin çıkarları, TİGEM’in faaliyetinin sona erdirilmesi ya da ele geçirilmesi hedefine kilitlenmiştir.

ABD Büyükelçisi ve Büyükelçilik yetkilileri TİGEM çiftliklerine Amerikan firmalarının duydukları ilgiyi belirtmekte ve çiftlikleri ziyaret etmekte, incelemelerde bulunmaktadır. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığının yerli damızlık ırkları ıslahı projesi, TİGEM işletmelerine talip olabilecek yabancı sermayeli şirketlerin kendi hayvanlarını getirme ve yetiştirme niyeti ile çelişkili bir durum yaratmaktadır.

Bu arada IMF’ye verilen sözlerin yerine getirilmesi sağlandığında açıklanacak olan taban fiyatların maliyetin altında kalacağı da şimdiden belli olmuştur.

Köylü, tefeciye olan borcunu ödeyemez hâle getirilmektedir. IMF’ye egemen olan ülkelerin hiçbir zaman dile getirip ifade etmedikleri temel hedef; destekleme sistemleri zayıflatılmış, çökertilmiş, üreticilerinin rekabet imkânları tüketilmiş bir Türkiye yaratmak ve sonra da ülkemize buğday, pamuk, mısır ve hayvanî ürünler ihraç etmektir.

Çekirdeksiz karpuzu Türk çiftçisine tezgâhlamak isteyen; uluslararası ilişkiler nedeniyle “millî konulara” duyarsız kalan, bazı yatırımların ülke menfaati için yararlı olacağı hatırlatıldığında, sadece kâr ve dış ilişkilerini değerlendirip “Buz üstüne yazı yazmam ağam!..” diye cevap veren bezirgânlar, kulaklarınız çınlasın.

1960’lı yıllardan itibaren günlük hayatımızda büyük yeri olan mahalle bakkallarımızın yerini alacak bir gelişim yaşandı. Birtakım marketler zaman içinde grosmarketlere, hipermarketlere dönüştü.

Yıllarca orta düzeydeki ve gelir düzeyi ortanın altındaki insanımıza veresiye veren bakkal sınıfı, yaşanan gelişim ve artan refahın, gelir düzeyinin tüketim ekonomisine büyük kaynak yaratması sonucu yerlerini marketlere devretmek zorunda kaldı. Başlangıçta rekabet yaratan, kaliteli ve ambalajlı, fiyatı, gramajı belli ürünleri pazarlayan bu marketler son zamanlarda tröstleşme amacına dayalı organizasyonlara girişmeye başlamıştır.

Özellikle insan yaşamı için vazgeçilmez gıda maddeleri satışına yönelik olan bu organizasyonların şu anki görünen amaçları; her şeye rağmen direnip ayakta kalmaya çalışan bakkallar vasıtasıyla tüketiciye ucuz mal temin eden gıda toptancılarını devre dışı bırakmak; bu ucuz, toptan mal temin eden kaynakların kendi marketlerinin ambalaj ve gramaj farklılıkları ile yarattığı kavram kargaşası oyunlarını bozabilen rekabetini ortadan kaldırmak, bu kaynakları kendi marketlerine yöneltmektir.

Bu amacı gerçekleştirmek için birtakım (güzel yaklaşım olarak görülmekle beraber) tabela oyunları ile tek tük kalan bakkalları kontrol altına almak, ele geçirmek, önce bu bakkallara mal veren toptancıları devre dışı bırakıp; daha sonra bu bakkalları da tamamıyla dışlayarak; fiyatları sabahtan akşama kendi belirleyecekleri bir sisteme dayalı hâle getirip, marketlerini sisteme egemen kılmaya çalışmaktadırlar.

Gıda konusunda bakkallarda bu gelişmeler yaşanır da kalkınmakta olan ülkelerin dinamik sektörü inşaat sektörüne mal temin eden nalburlar ihmal edilir mi?

Tabiî ki hayır. Türkiye’de sayıları irili ufaklı 50 bin dolayında bulunan inşaat malzemeleri satıcısı nalbur ve hırdavatçılar için de aynı olay tezgâhlanmaktadır. 65 milyonluk tüketicinin bulunduğu bir pazar olan Türkiye için kurulan ve kurulması düşünülen yapı marketleri ve yapı marketler zinciri ile orta ölçekli esnaf yok edilmek, yerine ithal ikamesine ağırlık veren yabancı veya yabancı ortaklı şirketler oturtulmaya çalışılmaktadır.

•••

Lozan Antlaşması’nda büyük tartışmalara ve inkıtaya yol açan iki husus vardı. Misak-ı Millî içindeki Musul-Kerkük ve kapitülâsyonların kaldırılması konusu. Neticede Musul-Kerkük için karşı tarafın dediği; kapitülâsyonların kaldırılması konusunda da bizim dediğimiz kabul edildi.

1960 yılına kadar kapitülâsyonların kaldırılmasının bedeli olarak borçlandırılan ve sömürülen bu ülkenin insanları “Düyun-u Umumiye” borcunu kuruşuna kadar ödedi.

“-Yüzyıl sona ermeden, size ekonomik şartları, ticarî imtiyazları tekrar kabul ettireceğiz” mealindeki bir ifade kullananları haklı çıkarırcasına yaşanan gelişmeler sonun da bir başlangıcı mı olduğu sorusunu gündeme taşımaktadır.

Takdir sizlerin…

•••

Devletler, milletler arasında dostluklar geliş geçicidir. Ülke çıkarları, millî menfaatler bu dostlukların daima önünde yer alır.

Önemli olan, ülke ve devlet çıkarlarımızın daima gözönünde tutulması, taviz almadan taviz vermemek; teslimiyetçi bir politika izlememek ve menfaatlerimizden yapılan fedakârlıkların, egemenliğimizin yok edilmesine yol açacak bir mecraya sürüklenmesini önlemektir.

Bu konuda show ve gösteri, günübirlik siyasî hesaplı politika yapılamaz. Millî duyguların dorukta tutulacağı bir yol izlenmeli; Türk Milletinden gerçekleri saklamamalıdır. Bulunduğumuz coğrafyada bütün komşularımızla birtakım problemlerimiz mevcuttur ve bu tabiîdir. Bölgede Atina-Erivan-Telaviv üçgeninde oluşturulan bir politikanın Türkiye boy hedefidir. Bütün gelişmeler, bu üçgen içerisindeki Türkiye’ye yönelmiştir. Balkanlar-Kafkaslar ve Ortadoğu politikamızı bu üçgen içerisinde prese edilmek istememizin bilinciyle değerlendirmeliyiz. Bu üçgenin dışındaki gelişmelerde siyasî ve ekonomik gücün kullanılması ile Türkiye birtakım fedakârlıklara, tavizlere zorlanmaktadır. IMF, Dünya Bankası, AB’liği ve bu organizasyonların arkasındaki uluslararası ittifaklarla bağlı olduğumuz devletler dahi, kendi ülke çıkarları açısından dostluğu bir kenara bırakıp Türkiye’ye diz çökertmeye çalışmaktadır.

Bütün olumsuzluklara rağmen biz bu coğrafyada varız ve var olmaya devam edeceğiz. Güçlü olmaya mecburuz ve güçlü olacağız.

Kendi ayaklarımızın üstünde, kendimize güvenerek dimdik duracağız. Uluslararası ilişkilerde yönetilen değil yöneten ülke olacağız. Buna mecburuz.

Güçlü ordumuzu kimseye muhtaç olmayacak bir düzeyde her türlü entrikalardan uzak tutmalıyız.

Türkiye üzerinde oynanan oyunlar her şeye rağmen bozulacaktır. Birlik ve beraberlik içerisinde egemenliğinden, toprak bütünlüğünden, kimliğinden taviz vermeyen bir Türkiye, Dünya var oldukça bu coğrafyada yaşayacaktır.

DİL BİR, BAYRAK BİR, MİLLET BİR, VATAN BİR’DİR. CİHAN DURDUKÇA, TÜRK VATANI BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR.
 

Orkun'dan Seçmeler

Sanat ve İdeoloji

Çagrı Beg