Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pire berber, deve tellal iken. Bir vakitler 75 milyon nüfusu bulunan bir ülkede, 1.000.000 kadar kişinin yaşadığı bir il varmış. Bu ilin en büyük özelliği; memleketin her yeri o devletin ekonomisine katkı yapar, bireyler vergisini düzenli öderken, onun bu temel vatandaşlık görevlerini yerine getirmemesi, her şeyi devlete bırakıp, yan gelip, yatmasıymış.
Bu ilde her türlü kanunsuz iş gayet normal karşılanır, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı buradan yönetildiği gibi, ülkenin değişik yerlerine yollanan küçük yaştaki çocuklar vasıtasıyla kapkaççılık, yankesicilik, hırsızlık, adam öldürme, dolandırıcılık, devlet mallarını kundaklama ve zarar verme gibi planlı işler de buradan organize edilirmiş. Gayr-i kanuni yollardan kazanılan paralar da bu ülkeyi bölmeye çalışan bir örgütün kasasına aktarılırmış. Bu işler orada yaşayan ahalinin pek çoğunun mesleği olmuş. Ülkeyi hangi hükümet yönetirse yönetsin, onlar ayrıcalıklıymış. Devletten milyarlarca lira teşvik kredileri alırlar, ama bunu yatırıma dönüştürmezlermiş. Bu ilde doğanlar bir garip insanlarmış ki, hiçbir surette çalışalım da karnımızı kendimiz doyuralım demezlermiş.
Anlatma gayretinde olduğumuz söz konusu ilin toprakları o memleketin en verimli arazilerinin başında gelirmiş. Buradan geçen bir ırmağın etrafı gayet mümbit ve bereketli olup, insanlar işlediği takdirde her şey yetişirmiş. Ancak bu memleketin pek çok yerinde vatandaşlar dağ başındaki bir avuç topraktan bile rızıklarını çıkarırlarken, onlar hep bizi devlet doyursun, her şeyi devlet versin derlermiş.
Bu arada bahsettiğimiz ilin başka bir hususiyeti de; her erkeğin üç-dört karısı olması ve çocuklarının sayısının da en az 15-20 civarında bulunmasıymış. Çünkü onların en büyük önderlerinden birisi, bunlara; “çoğalın ey asil halkım, çünkü sayınız arttığı takdirde, şu an yaşadığınız devleti ele geçirebilirsiniz” demiş ve onlar da bu büyük adamın sözlerine kulak verdiklerinden, düzinelerce çocuk yaparlarmış. Fakat işin acıklı tarafı, bu memleketin kurucu halkı da, bu adama inanır, onun gerçek niyetini bilmez, adeta evliya sanırmış.
Doğurttukları çocuklar ne yiyecekler, ne içecekler, geleceklerini nasıl kazanacaklar, düşünmezlermiş. Yıkmaya, parçalamaya çalıştıkları devlet baksın, karınlarını doyursun, üstlerini giydirsin, okutsun, iş bulsun derlermiş. Halbuki ülkenin başka yerlerinde çok daha kötü şartlarda yaşayanlar varmış. Ama, o insanlar ekmeğini yediği, suyunu içtiği bu devlete asla hainlik yapmaz, ne olursa olsun, devlet sağ olsun diye dua ederlermiş. İşte evvel zaman, kalbur saman içindeki bu ülke, adeta tezatlar yurduymuş. Gençlerinin kimisi millet ve devleti korumak için askere gidermiş, kimisi de bu delikanlılara haince pusu kurarak öldürürmüş.
Bu ülkenin yukarıda söylediğimiz asi ve uslanmaz şehrinde bir belediye başkanı varmış. Bu belediye reisi çok ayrıcalıklı bir kişiymiş. Kafası kızdığında ülkeyi yöneten Başbakan’a, Hükümet’e, önüne gelen herkese küfredermiş, ancak kimse de ona gık diyemezmiş. Hatta bu belediye başkanı o ülkenin kendi akrabaları dışında bütün fertlerine şerefsizler, alçaklar bile dermiş de, hiçbir savcı hakkında koğuşturma açma cesareti bulamaz; bulunsa bile hakim ve mahkemeler onu mahkum edemezmiş. Çünkü bu belediye reisi sanki bütün bir millet ve devletten daha güçlüymüş. Herkes ondan korkarmış.
İşte sayın okuyucular, ülkenin birinde böyle bir başkan varmış ve cami duvarına sürekli işermiş, işermiş de; kimse kendisine bir şey diyemezmiş. Millet de, bir gün kanunun önünde bu başkan da herkes gibi hesap verir mi diye, merak edermiş.