Ana Sayfa 1998-2012 Ehl-i Keyf

Ehl-i Keyf

Türkiye’nin sokak ve caddeleri, Servet-i Fünûn’a rahmet

okutacak bir dil garâbetine büründü.

“Keyif” kelimesi, bilhassa magazin dünyasının kahramanlarına maymuncuk vazifesi görüyor. Nice güzel kelimemiz, bu “entel” lisanında “keyif”e kurban ediliyor.

Neredeyse, insan vücûdundan ve beyninden sâdır olacak her türlü hareket ile bunlara yakıştırılacak sıfatların tamâmı “keyif” kelimesi ile karşılanıyor.

Bu “entel” takımı, okuduğu kitaptan “keyif al”ıyor, seyrettiği filmden “keyif al”ıyor, yediği yemekten “keyif al”ıyor, giydiği elbiseden “keyif al”ıyor, yaptığı işten veya icrâ ettiği meslekten “keyif al”ıyor, biriyle iş, hayat veya sokak arkadaşlığı yapmaktan “keyif al”ıyor. Daha da çoğaltılabilecek bu misâlleri, her Allah’ın günü duyuyor, görüyor ve okuyoruz.

“Keyif almak” kelime grubunun sâdece ikinci bölümünü, dilimizin imkânlarını yoklayarak değiştirmek bile, sözü kakavanlıktan kurtaracaktır.

Bir def’a, Türkçede “keyif almak” tâbiri yok. Aksine, “keyif vermek” var. “Zevk almak”, “hoşlanmak”, “haz almak”, “beğenmek”, “tad almak”, “sevmek”, “takdîr etmek”, “meth etmek” vb. nice isim ve fiil, “keyif almak” tufeylîsine fedâ ediliyor.

Günümüz Türk edebiyatının, “Nobel” çizgisinden çok uzakta oluşu, dilimizin “keyfinin kaçması”ndandır.

Bizim “entel” takımımız, bir türlü “entelektüel” olamadığı için, “keyif”in endâzesini bilemiyor. Fakat bunda, eğitim sistemimizin içine düştüğü çâre bulunmaz hâllerin de büyük rolü var.

“Terâvih”e “terafi”, “sahur”a “safir” diyen bir Türkçe öğretmeni tanımıştım. Mesleği öğretmen, branşı da Türkçe olmasa, ağzından çıkanlara “halk söyleyişi” der, kurtulurdum. Ama, işin şekli de, rengi de insanı başka hüzün vâdilerine götürüyor.

Bu milletin dünya bahçesindeki büyüklüğü, ağırlığı, târihi ve coğrafyası kadar diliyle de temin edilmişti. Türkçe, en az askerî kud retimiz ölçüsünde bir fetih vâsıtası idi. Hem Asya, Avrupa ve Afrika’nın teşkil ettiği “Eski Dünya”da; hem de Eski Dünyalıların kurduğu “Yeni Dünya”da keskin ve bâriz izler bırakan Türkçe, bugünkü “gaz tenekesi sesi” seviyesizliğine nasıl indirildi? Bunun, dışımızdaki mihraklar tarafından projesi yapılmış bir dış plânı; bir de içimizdeki tembel, gâfil, câhil ve nihâyet hâin insanların dilinde karikatürleşen iç krokisi var.

Televizyonda, spor programına çıkarılan ve otorite (!) diye takdîm edilen eski futbolcu veya hakem: “Hâkem, râkibe bunu nâsip etmedi…” diyor. Böyle bir şeddeli cehâletin arkasından gelecek spora mahsus kelime katarına tahammül edebilir misiniz?

Servet-i Fünûn edebî ekolünün dili, konuşulan Türkçe değildi. “Hîç-i bî-hîç”, “nâ-kâfî”, “saat-i semen-fâm” gibi tamlamalarda günlük hayattan, hattâ mantıktan tamâmen kopan bu yazı lisânı, bu çığırın açıcısı olan Hâmid’e bile yabancı gelmişti. Zaten Tevfik Fikret’le Cenab Şahâbeddin’in bir-iki mısrâı dışında, bu edebiyattan hatırda bir şey de kalmadı. Hâlide Edib’le Yâkup Kadri’nin romanlarını bile sâdeleştirerek okuyan Türkiye; Servet-i Fünûn nesrini ve bu arada Hâlid Ziya’yı aslından okuyup anlayacak noktayı çok gerilerde bıraktı. Edebiyat târihinde akademik çalışma yapacak olanlar, kronolojik sıra içinde, bu başlığı da ele alacaklar, o kadar.

Tamâmen içe kapanık ve halktan kopuk bir mecrâda gelişen bu edebî akımın temsilcileri, memleketin çözüm bekleyen bunca mes’elesi, sıkıntısı varken; Yeni Zelânda’ya gitmek, orada yaşamak gibi hayâllerin peşine düşmüşlerdi.

Son yıllarda Türkiye’nin sokak ve caddeleri, Servet-i Fünûn’a rahmet okutacak bir dil garâbetine büründü.

Üsküdar’da, Mimar Sinan’ın şâheserlerinden Mihrimâh Sultan Câmii’nin arkasında yeni bir esnaf çeşidi türedi. Câmiin müştemilâtından olan, fakat ihmâl ve kastın elinde sokağa dönüşen bu târihî mahâlde, “pilâv show” ve “börek shop” tabelâlarını görünce, servet-i Fünûn diline aslâ kızamayacaksınız. Üstelik, bu “show” ve “shop”ların işleticileri, “İslâmî” hayâtın içinden gelen bir görüntü veriyorlar. Şimdi, “Show”, “Shop” Müslümanlığı moda.

Türkçe, daha otuz sene öncesine kadar, hâlâ bir imparatorluk dili idi. Dilin vücûdunu saran asalak tarz ve edâ, maaşallah, onu tez zamanda bir klân lâkırdısı hâline soktu. Haşere ile mücâdele, maalesef kaybedildi.

Ana dilindeki millî titreyişlerini unutan bir millet; ekonomik, siyasî vb. konularda şirâzesi çıkmış kitap gibi eğrilir ve dağılır. Nitekim bu dağılışın ortaya koyduğu “acz manzaraları”nı resm-i geçit hâlinde seyretmekteyiz.

Yunanlılar, ikinci Türk bankasını da satın almışlar. İlkinde olduğu gibi, bu sefer de mâlûm “keyif al”an çevreler, yeni zafer besteleri yapmaya başladılar. Türk ekonomisinin uçuşa geçişinden tutunuz da, dünya barışının tesis edilmesine kadar bir sürü sunturlu yalan söyleniyor.

Böylece, Türkiye’deki banka patronlarından ikisi Yunanlı oldu. Bu bankalara yatırılacak para, Yunanistan’ın kumbarasına atılmış olacaktır. Eğer Türk milletinin azıcık bir millî hassasiyeti kalmışsa, bu iki bankayı protesto, hatta aforoz eder. Yunan’a banka satmayı meziyet hâlinde sunan entel goygoyculuğuna verilecek bir Türk cevâbı, mutlaka olmalıdır.

Yabancı sermâyenin Türkiye’ye girmesinden rahatsızlık duyanlar, bu günlerde cüzzamlı muâmelesi görüp tecrid edilecekler. Varımızı, yoğumuzu yabancılara peşkeş çekmeğe, meğer ne kadar teşne imişiz. Bu yabancının adı “Yunan” oldu mu, içimizdeki Yunan muhiblerinin zevkten çıldırma noktasına geldiklerini görüyoruz.

Aynı “entel-dantel” anlayışının ortaya koyduğu “Yabancı Damat” dizisinden mülhem bayat ve cıvık barış havârilikleri, “rakı ve sirtaki” üzerine oturtulmuş sarhoş nârâlarından ibârettir.

Yunanlıların Türkiye’de banka satın almalarına, bir bakanımız: “Türkler de Yunan bankası satın alsın.” mukâbelesinde bulunmuş.

Türkler, istemeleri hâlinde bile Yunan bankası satın alamazlar. Çünkü, bizde dibe vuran millî endişeler, Yunanistan’da çok canlı tutuluyor. Farz-ı muhâl, böyle bir satış düşünülüyor olsa, inanın Yunan topraklarında seferberlik ilân edilir. Zaten, bugünkü derbeder hâliyle bile, Yunan ekonomisinin böyle muhayyel bir Türk takviyesine aslâ ihtiyâcı yok.

Bakan seviyesindeki bu keşif kabiliyeti, Türk’ün yüreğine taş olup otururken, Yunan’ın efzun eteğine ziller taktırıyor.

Gâlibiyetin meşrû olanı, mağlûbiyeti de meşrû kılar. Yenenle yenilenin “hakkaniyet” zemininde buluşması, bulundukları muhîte de insanî rahatlama fırsatı verir.

Ne var ki, bugünlerde kazanmaya da, kaybetmeye de “şike” boyası vurulduğundan, hîle karakterli bir cemiyete mahkûm olduk.

Târihî Türk güreşinde sırtı yere gelen pehlivan, kendini yenen rakîbinin hakkını, hemen orada teslim eder ve edebinin en geniş dairesini çizerek, seyredenlerin önünde, yenilmeyi hak ettiğini anlatırdı. Güreşin bittiği anda, rekâbet de biterdi. Zâten hakikî Türk-İslâm güreşinin her safhası, peşrevinden başlayarak kazananın ilânına kadar, İslâmî motiflerle doludur.

Hz. Hamza’yı “pîr” kabûl eden ve adale kuvvetini imanının emrine veren güreşcilerimiz, asırlar boyunca cihâna nâm saldılar. Hani, tüfeğin karşısında Köroğlu’nun “Tüfek icad oldu, mertlik bozuldu.” deyişi var ya, onun gibi güreşde de, mertlik nizâmına uymayacak sulandırmalar yapıldı. Güreş süresinin dakika ile sınırlandırılması, puan sistemi ile gâlib ilân edilmesi gibi ciddiyetsizlikler, “er meydânı”ndan erlerin kaçmasına ve “er” olmayanların meydânı doldurmasına sebep oldu.

Günlük hayâtımıza, biraz da güreşin “kadük” edilmesi ve nâdân ehline bırakılması açısından bakmak lâzım…

 

Orkun'dan Seçmeler