Firdevs-âşiyân Yavuz Sultan Selim’in İran üzerine yürürken Alevîleri katlettiğinden bahsetmek pek harcıâlem konularımızdandır. Yakın zamanda çıkan akademik bir yayında bu iddiâlar bir “mit” olarak yaftalanmış ve târihsel kaynakların değerlendirilmesine ilişkin ufuk açıcı yorumlarla bu şark meselesine bir açıklık getirilmiştir (F. Emecen, Yavuz Sultan Selim, 95 – 100, 2010). Gerçi Sultan Selim değil kırk bin, kırk milyon adam kesseydi de ne şânından ne büyüklüğünden bir şey yitirirdi; ama neyse ki müfterîler o kadar bonkör değiller. Henüz böyle bir sayı dillendirilmedi.
Aslında bu yazının öznesi bu günlerde çok popüler olan Dersim; fakat ben hem huyluları daha çok huylandırmak hem de rahmet vesîlesi yapmak maksadıyla söze şânı yüce Yavuz’la başladım. Dersim hâdiselerinin ne olduğuna dâir çokça söz söylemek kısa bir yazıda mâlûmâtfuruşluk olacağından doğrudan bu günkü meseleye gelmek istiyorum.
Yetmiş küsur sene önce devlete ve millete isyân edip ayaklanan ve bunu yüzlerce yıllık bir gelenek olarak sâhiplenen bir topluluk genç cumhuriyetin demir yumruğuyla ezildi. Cumhuriyet her ne kadar ilk yıllarda mânevî mîrâsını reddetse de Osmanlı geçmişinden müdevver reflekslerle âsilere göz açtırmadı ve bir “çıban başı” târif ettiği Dersim’i tedîp etti. Seyit Rıza denen ve İngiliz yardımını gözeterek Türk milletine hâince kafa tutan leş sakallı bir ihtiyar serseri – kendisini boş verin – ardından sürüklediği insanların kanına girerek devleti ve milleti bir süre meşgûl etti. Şimdi bunca zaman sonra sanki bu memleketin hiçbir meselesi yokmuş gibi nereden çıktıysa Dersim olaylarının gerçeklerini görmek, yaşananları gün yüzüne çıkarmak, olan biten dolayısıyla yöre halkından özür dilemek gibi insan havsalasına sığmayacak budalalıklar işler insanlığın gereği diye dayatılmaya ve gündem oluşturmaya başladı. Evimizi yağmalayan hırsızları tepeledik diye onlardan özür dilememiz bekleniyor ve bunu bekleyenler de gayet ciddîler.
Allah’ın insanlara akıl dağıttığı sıralarda neyle iştigâl ettikleri için paylarını alamadıklarını bilemediğim bir takım insanlar öncülüğüyle özür sâhibi olduklarını da anlayıp erdem, insanlık, hak – hukuk üzerine âbidevî sözler eder oldular. Bunlardan birisi de Tunceli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Durmuş Boztuğ… Sayın Profesörün lâkırdılarını okudukça profesör olmanın pek meşakkatli bir iş olmadığını düşünmeye başladım; zîrâ bu durumdaki bir adamın olabileceği şeylerin sıradan bir insanı zorlaması muhâl görünüyor. Sayın Boztuğ hocalık alışkanlığıyla olsa gerek şöyle bir girizgâh yaparak yaşanan son tartışmaları belli ölçütlere bağlamış: “Ülkemizde artık dört parametrenin evrenselleşmesinin bir yansıması bu. Nedir bu dört parametre? Hukuk, demokrasi, insan hakları ve ekonomi… Türkiye ekonomik olarak çok gelişti, çok zenginleşti. Ekonomik olarak zenginleşince Türk toplumundaki insanlar kafalarını değiştirdiler. Kafalarındaki neyi değiştirdiler? ‘Efendim bizim farklılıklarımız kavga etme sebebimiz değildir. Bölünme parçalanma sebebimiz değildir, zenginliklerimizdir’ noktasına geldi. Özellikle Cumhuriyetimizin kuruluşu sırasında, ulus devlet yaratma sürecinde yaşadığımız bazı sıkıntılı problemlerin ki, bunlardan çok önemlilerinden birisi Dersim katliamı, Dersim faciasıdır. Bunlarla yüzleşmeye başlandı. Bu çok mutluluk verici bir şey…” Artık pek müptezel hâle gelen bu ezberlerden sonra Sayın Prof. Dersim meselesiyle ilgili yapılması gerekenleri sıralıyor: ”Sayın Başbakanımızın özür dilemesinin ardından buraya bir anıt diktirip, anıtın altına da ‘1937–1938 yaz mevsimlerinde Dersim’de olan olaylardan dolayı özür diliyoruz. Dersimli kardeşlerimizi bağrımıza basıyoruz’ diye yazıldıktan sonra referandumla Tuncelilerin vereceği karara dayanarak, Dersim ismi de geri verilebilir.” Bu millet asırlarca bağrına basıp millet-i sâdıka dediği Ermeniler’den, kavm-i necip dediği Araplar’dan sonra bin yıllık kardeş saydıklarından da türlü türlü sadmeler yedikten sonra daha kimi ne için bağrına basmaya devâm edecek merâk ediyorum. En çok bu bağrımıza bastıklarımızdan kazık yediğimiz hakikâti gün gibi ortadayken hâlâ akıllanamamış olmanın da ne mene bir eyyam ağalığıyla mümkün olabileceğini hiç merâk etmiyorum; zîra Sayın Profesörün konuşmasından bu gayet iyi anlaşılıyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başbakanı büyük bir yanlışın içine düşmüştür. Diyelim ki politikacılar idâre-i maslahat gereği bir takım yanlış lâflar ederler; fakat Türk milletinin parasıyla bilim üretmesi gerekenlerin böyle bir salâhiyete sâhip olabileceklerini düşünmek mümkün değildir. Bu insanların vazifesi Türk milletine faydalı olacak bilimsel çalışmaları ortaya koymak, uluslararası akademik indekslerde adının ve eserlerinin yer almasını sağlamaktır. Meselâ bu hocanın Tunceli’nin târihî mevzuları yerine jeolojisi, morfolojisi üzerine kafa yorması herhâlde hem kendisi hem de borçlu olduğu millet için daha faydalı sonuçlar doğururdu.
Eşkıyâyı tepeleyip ardından adına anıt dikmek gibi hamâkatin önde giden örnekleri arasına girecek parlak (!) fikirlerle kimse için yarar sağlanamaz. Ancak milletin kin ve garezini üzerinize çekersiniz.
Dersim’de ne oldu ne bittiyse bunlar dönemin koşullarının gereğinden fazlası değildir. Unutmayalım ki aynı yıllarda Avrupa’da büyük bir Yahudi pogromunun plânları yürürlüğe sokulmaya başlanmıştı. Kimse durduk yere insan kanı dökülmesini istemez ve bundan da haz duymaz; fakat ayağa kalkanı oturtmak da atalarımızın şânındandır. Konuşup yazarken yarını da düşünmek, bu milletin hâfızasında nasıl bir yer edineceğimize dâir dikkatli hesaplar yapmak hepimiz için en hayırlısıdır. Böylece Seyit Rıza’nın bitli sakalını yalamaktan veya Başbakana hulûs çakmaktan daha kıymetli bir uğraşımız olur.