Ana Sayfa 1998-2012 Çanakkale ve Necef

Çanakkale ve Necef

ULUSLARI ulus yapan ve onların millî kimliklerine malzeme oluşturan doruk noktaları vardır. Türk’ün geçmişi ve Türk’ün tarihi bu tür malzeme ile dolup taşar, hattâ Türk, hangisini seçsem diye zorlanır bile… Bize böyle bir ünlü ve onurlu “geçmiş” bırakmış olan atalarımıza ne kadar teşekkür etsek azdır ve onların hakkını asla ödeyemeyiz. Bize de düşen, devraldığımız bu onurlu tarihi korumak ve gereğinde ona Türk’e yakışır şekilde katkıda bulunarak gelecek kuşaklara yine temiz ve onurlu olarak devretmektir. Bu, “Onurlu Ulus” olmak Türk’ün –benzetme yerinde ise- âdeta dünyaca tanınmış markası ve patentidir. Bilimsellik iddiasında olmaksızın hattâ diyeceğim ki, doğumu toplumsal kaynaklı olması gereken “TürklükBilinci” zamanla Türk’ün genlerine, onun kalıtım kodlarına işlemiştir.

Yukarki birinci paragrafta, millî kimliklere malzeme1 oluşturan doruk noktalarından söz ettim. Bunlardan yakın tarihli olanlar genelde daha çok anılırlar. İşte bunlardan birisi de “Çanakkale Savaşları”dır. Çanakkale Savaşları, başka ulusların ulusal kimliklerine de malzeme oluşturmuştur, Avustralyalılar ve Yeni Zelandalıların. Bilindiği gibi binlerce ANZAK2, önce kendileri, sonra çocukları ve şimdi de torunları taa uzaklardan3 her yıl Çanakkale’ye gelerek onlara kimlik kazandıran bu savaşları anmaktadırlar.

Kimin veya kimlerin, neden, nasıl, niçin oluşturduğu sorununu şimdilik bir tarafa bırakarak, özellikle köktendinci ve siyasî İslâmcı kesimin Türk’ün mânevî millî kalelerine ve onun sembollerine saldırmayı (aktif saldırı) veya onları âdeta yok saymayı (pasif saldırı) plânlı bir şekilde sürdürdüğünü görüyoruz. Şimdi süngüsü oldukça düşmüş olan komünist Türkler de aynı çirkinliği fırsat buldukça tekrarlarlar4. Köktendinci denen gerici kesimin millî değerlere saldırması ve onu yıkmak istemesi, kendi mantık ve maksatları gereği, tutarlı bir harekettir. Çünkü İslâm, ümmetçidir5. Üst kimlik ve ortak payda olarak İslâm dinini tanır, Hristiyan köktendincilerin (başta Katoliklerin) Hristiyanlık üst kimliğini dayatmak istemeleri gibi… Türkçüler için ise üst kimlik “Türklük”tür. Meselâ benim üst kimliğim Türklük’tür. Yani mânevî dünyamda her şeyimi terkedebilirim, Türklük kimliğim hariç… Her Türk, üst kimliği Türklük oldukça, dini, mezhebi, politik, toplumsal inancı ne olursa olsun benim kardeşimdir. Bu açıdan Hristiyan Gagavuzlar ve Melucanlar kardeşimdir6. Bu bakımdan üst kimliği Türklük olduğu anlaşılan ve bu özelliği nedeniyle kurşuna dizilen Ateist ve Komünist7 Sultan Galiyev saygı değer Türk büyüğümdür. Buna mukabil Nâzım Hikmet’e hiç saygı duymam, sadece iyi bir şairdir o kadar…

Köktendinci ve gerici kesim için milliyetçilik bir engel oluşturmaktadır, yani bir üst kimlik çatışması. Çünkü köktendinci-gerici kesim için aslolan İslâm’ın bağnaz Arap yorumudur. Hattâ onlara kalsa kültürümüzde Türk olarak ne varsa sıfırlayıp onun yerine yüzde yüz Arap kültürünü alırlar, dilimiz de hançeremize uymayan Arapça olur… Oysaki değil lâik cumhuriyetin aydınlığını tatmış ve yaşamış modern Türk kafalarında, hattâ Arap ile Türk’ün içiçe olduğu Osmanlı’da – Türk’e “Etrak-ı bî idrak” denildiği zamanda – bile Araplık Türklük ile başa çıkamadı. Bugün ise Araplık, gerilik ve terör ile özdeş durumda. Her gün biraz daha inceleşen (rafine olan), dünyaya açılan ve gerisinde XIX. asır Osmanlı ve XX. yy. birinci yarısı cumhuriyet aydınlanması8 bulunan Türk entelekyasının Araplaşması söz konusu olamaz. Bir kısmını AKP’nin bir kısmını MHP’nin bünyesinde sakladığı marjinaller ise her toplumda az veya çok vardır.

Ancak üst kimlikler dışa vurulurken bunun durup dururken diğer kimlikleri incitecek türde ve derecede olmamasına özen göstermek bir uygarlık ve görgü kuralı gereğidir9. Üst kimlikler de birlikte yaşamak kültürüne dahildirler. Evet, durup dururken ve âdeta maksadının bağcıyı dövmek olduğunu açık-seçik beyan ederek aşırı dinci Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’ın “… Benim için Necef Çanakkale’den bin kere daha faziletlidir…” demesi10 ve diğer aşırı dinci gazete ve dergilerin ses çıkarmayarak bu çok çirkin ifadeye zımnen katılmaları lâik Türkiye Cumhuriyeti için ve biz Türkçüler için potansiyel, yani elle tutulur ve gözle görülür bir tehlikenin karşımızda durduğunun, daha doğrusu bizi arkadan hançerlemeye hazır olduğunun bir kere daha ifadesidir.

Beni bu yazıyı yazmaya sevk eden esas âmil Türkçü kesimde belirginleşmeye başlayan ‘ümmetleşme eğilimi’nin artmasıdır. Ben, bu hususta – zaten doğuşunu hatalı bulduğum -Türk-İslâm-Sentezi-Tezinin etkisinin olduğuna inanmakla beraber onu şimdilik daha akademik konu olarak bir kenara bırakıyorum. Evet, zamanla kültürel alana intikal etmekle beraber kökeni itibarıyla kavmî, yani etnisiteye, yani Türk denen bir kavme, bir ırka dayanan Türklük ile; çıkış noktası belki Arap ağırlıklı olsa da, mantığı, öğretisi gereği – Musevîlik gibi değil ama Hristiyanlık gibi – evrensel olan Müslümanlı k, zaten mantıksal olarak bağdaşamaz. Bağdaşma hiç mi olamaz? Olur! Eğer her ikisi de taviz (ödün) verirse olur. Misâl: Türk Müslümanlığı denen yorum ve uygulama. Ama, İslâm’ın bir virgülünün yeri dahi değiştirilemez, denildiği anda, bu, Türk’ün tüm mânevî-kültürel değerler sistemi sıfırlanacak ve onun yerine –normları mezhebe, meşrebe, tarikata göre değişebilen – İslâm yerleştirilecek demektir. Yani, yani Çanakkale’de ölen tahkir ve tezyif edilecek ama Necef’te ölen tebcil edilecektir. Yeni kuşağın anlayacağı sözcüklerle: Çanakkale’de ölen – kutsal bir amaç (!?) için ölmediğinden – aşağılanacak ve Necef’te İslâm uğruna öldüğü varsayılan ululaştırılacaktır. Daha da Türkçesi ve somutu: İdeal her Türk Müslüman bir Abdurrahman Dilipak gibi düşünmeli ve davranmalıdır!

Acaba gerçekten Türkçü kesimde bir ümmetleşme eğilimi var mı? Evet var! Bir misâl: Bakan Hüseyin Çelik, bir zamanlar Türk Yurdu’nda yazı yazardı, şimdi AKP gibi bir şeriatçı partide bakan ve, Newton fiziği, Kuantum fiziği manevraları ile fiziği metafiziğe yönlendirmek çabasında, yani ilerde tüm ilimlerin esası Kur’an’dır, diyecek, yani A. Comte’un ünlü üç hâl kanununu ters çevirecek! Bir zamanların ülkücüsü Taha Akyol şimdi AKP sempatizanı durumunda. AKP’nin Atatürk düşmanlığı, Arap hayranlığı ve şeriat taraftarlığı açık-seçik, ama ona göre ‘irtica var’ diyenler ‘paranoyak’, Atatürk ilke ve inkılâplarını savunanlar jakoben eğilimliler11. AKP’deki ülkücü kökenliler de unutulmamalı. Bir çıkış yapalım dediler ama ağızlarının payını aldılar bir güzel! Polemik yapmamak ve Orkun’u zor durumda bırakmamak için şimdilik şeriatçı basındaki eski ülkücülerden veya Türkçü (!?) basındaki Fethullahçı Aksiyon’un “Atatürk sevmez” eski yazarından söz etmeyeceğim. Bakın elektronik postama 02.09.2004’te “nihalatsızata”dan gelen “Hikmet Şentürk” imzalı yazı: “…Ülkü Ocakları ümmetçi görüşte olduğu için ülkücülerin milliyetçiliği sınırlıdır. Yahudiye Ermeniye Ruma ve batıya tepki verirler, ancak Arapa Kürde Farsa tepki veremezler, görmemezlikten gelirler…” diyor ve Yeniçağ ile Ortadoğu’nun tepkisini yetersiz buluyor. Ben de şahsen bir ülkücü nasıl ümmetçi olur düşünemiyorum. Müslüman Kardeşler’in alaturkası mı oluyor bu?

Bilindiği gibi ünlü Tonyukuk, Bilge Kağan’a: “…Buda dini Türk’ün askerlik ruhuna çok kötü tesirler icra edecektir. Savaşı ve hayvan kesmeyi yasaklayan ve miskinlik telkin eden bir dini kabul etmek Türkler için bir felâket olacaktır…” demiş12. Ben zaten İslâm’ın, Gazalî’den bu yana, cari – Arap – yorumunun miskinlik telkin ettiğini kabul ediyorum13. Türkiye 1923-1950 arası, Bilge Kağan’ın yolunda, miskinlikten silkinip kurtulmaya başlamıştı. Ama 1950’de Menderes, üzeri küllenmiş ümmetçiliği eşeledi ve alevlendirdi. Bu 27 yılın kazandırdığı dinamizm, 54 yıldır (1950-2004) Türkiye’yi ayakta tutuyor. Ama, Türk’ün, Türkçü’nün kanına ümmetçi virüsün girmesi – Tonyukuk’un dediği gibi – bir felâket olacaktır, her ne kadar 27 yılın, yani Aydınlanma döneminin, dinamizmini Ortaçağ kalıntısı ve kırıntısı şeriatçı-ümmetçi Arap kafalı ve Arap şablonlu çabalamalar söndüremeyecekse de… Yani Türkler yaşadıkça Türkiyelilerin sözü geçmeyecektir. Yalnız, aman dikkat! Sırtınızı Çanakkale’de şehit düşen hekim binbaşı Yorgo’ya dönünüz fakat asla Abdurrahman Dilipak ve gibilerine dönmeyiniz, hançerlenirsiniz!

İyi de, Dilipak gibi sıradan Müslüman Türkiyeliler Türklük için hassasiyet göstermiyor da üst sıradakiler gösteriyor mu? Kabinede ilâhiyattan sorumlu olan kişi bir ilâhiyat profesörü (Mehmet Aydın) ve devletin resmî anayasal kuruluşu olan Diyanet İşleri Başkanlık makamında da bir başka ilâhiyat profesörü (Ali Bardakoğlu) olduğu hâlde eğer 30 Ağustos Zaferi için hazırlanmış hutbede ne Atatürk’ün ne de silâh arkadaşlarının adı geçiyorsa, bu, bazı Türk ilâhiyatçılarının, bilim adamlığı, din adamlığı ve insanî değerler açısından yeterli olmadıklarının da bir göstergesidir. Demek ki, aydın din adamı yetişsin diye kurduğumuz İHL’ler nasıl zamanla gayrımillî imam hatip üretti ise kâmil bilgeler yetiştirsin diye kurduğumuz ilâhiyat fakülteleri de millî duyarlığı az profesörler üretmiş, çok yazık!

Ne olursa olsun, insan olan vatanını din, ideoloji, mezhep, tarikat ayrılıkları nedeniyle satmaz. Önce vatan der. İşte size Prof. Ümit Özdağ’ın Yeniçağ gazetesinin 01.09.2004 tarihli ve “Necef yahut Cehalet” adlı yazısından bir alıntı: “… Müslümanlığı, Arap’ın yaptığı her şeye hayran olmak şeklinde bir millî aşağılık duygusu şeklinde yanlış anlamak isteyenlere bir diyeceğimiz yok. Allah onları islah etsin. Ancak, bu süreçte Arap’ı haklı veya haksız bir şekilde övmek için Türk’ün zaferine dil uzatılmasına müsaade etmemiz mümkün değildir. Bu noktada Çanakkale’de gerçekleşen bir kesiti hatırlamakta yarar vardır. 57. Alay büyük bir ateş altında sürekli kayıp vermektedir. Alayın askerî tabibi olan Binbaşı Yorgo, alayın tamamen yok olacağının bilinci içinde Ahmet Çavuş’a seslenir. “Ahmet Çavuş, birazdan ben de şehit olacağım. Şehit olunca beni sakın gâvur diye başka yere gömmeye kalkmayın, aranıza gömün.” Binbaşı Yorgo, Çanakkale’ye dil uzatan, onun şerefi ile oynamaya kalkanlardan çok daha fazla Türk, çok daha iyi Müslümandır…”

Malûm, Kur’an’ın lâfzına göre Müslüman olmayan en iyi insanlar (yani “Muhammed Tanrı’nın elçisidir” demeyenler14) ebediyen yanacaklar ama, “Muhammed Tanrı’nın elçisidir” diyenler, İslâm’ın hiçbir yükümlülüğünü yerine getirmeseler de meselâ bin ışık yılı yandıktan sonra cennete gidecekler ve huriler15 ile al takke ver külâh yaşayacaklardır. Benim küçük kafam bugün her türlü ilerlemeyi borçlu olduğumuz Newton fiziğine bağlı olduğundan, yani Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in büyük kafası bende olmadığından, yani Newton’dan Einstein’a (kuantum fiziği) geçemediğimden, Tanrı’nın şehit doktor binbaşı Yorgo’yu yaralarını sardığı ve birlikte şehit düştüğü Mehmetçiklerden nasıl ayırıp onun ebediyen cehennemde kalmasına karar vereceğini de almıyor, hele önünde sonunda Öcalan’ın, Saddam’ın, El Kaide ve Hizbullah taifesinin, Irak’ta İslâm adına meselâ on zavallı gariban Nepallinin kafasını kesen veya Osetya’da çocuklara kıyan canilerin cennete gideceğini düşündüğümde…

Ben daima üst kimliğimin -tartışmasız – Türklük olduğunu dile getiriyorum; ve – bugün dünyanın, yarın da uzayın16 neresinde olursa olsun – Türk’ün ve Türklük’ün ancak bu kimlikle, çok çalışarak, onurlu, saygın, alnı açık, varlıklı, güçlü olabileceğini; ve bunun için de sadece en büyük Türk milliyetçisi Atatürk’ün mânevî mirası olan Aklın (Us’un) ve İlmin (Bilimin) bize, Türk’e ve Türklük’e yol göstericilik (mürşidlik) yapabileceğini vurguluyorum. Ben bir lâik Türkiye Cumhuriyeti bireyi olarak sadece Türklük bilincim ile ayaklarım üstünde duracak şekilde eğitildim17, tıpkı çağdaşım çoğu Türkler gibi… Ben gücümü sadece Türklük’ten alırım ve bu gücümü us’um ve bilim ile pekiştiririm. Ben, yıldırımlar yaratan bir ırkın18 ahfadı’yım. Ve kanla irfanla (us ve bilim’le) kurulan lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin bilinçli, onurlu, çalışkan, çağcıl, aklını kullanan, müspet ilimlere inanan ve onları benimsemeye uğraşan ve bu özelliklerimle gurur duyan bir bireyiyim. Ne mutlu bana ki TÜRK’üm diyorum…

DİPNOTLARI

1- Bilindiği gibi, Atatürk lâik cumhuriyetimizin temellerini atarken, onu ümmetçi ve netice itibarıyla enternasyonal olan dinsel kimlikten de arındırarak Orta Asya kökenlerimize kadar uzanmış ve oradan Cumhuriyet Türkü’ne malzeme temin etmiştir.

2- Hatırladığım kadarıyla ANZAK. Australian New Zeland Army Corps (ANZAC) sözcüklerinin baş harflerinden meydana gelmektedir.

3- Evet ANZAKlar “taa” uzaklardan gelirken ve atalarının gömütlerini tertemiz ve bakımlı tutarken bizler değil “taa” uzaktaki, burnumuzun dibindeki ata gömütlerini değil bakımlı tutmak ziyaret bile etmiyoruz. Utanç verici ulusal bir ayıp!

4- Sonucu asla onaylanamayacak bir vahşet olan Sivas-Madımak olayları bir Komünist tahriki idi. Marmaris kaymakamlığınca engel olunan “Netekim Festivali” de yine bir Komünist taktik ve tahrikidir!

5- İslâm’ın, Hristiyanlıkta bulunmayan bir boyutu da, onun çok kez Arap kavmi ile özdeşleştirilmesidir. Özellikle İslâm’ın esas taşıyıcısı olan cahil ve yobaz kesim için bu böyledir.

6- Hüseyinzade Ali Bey’in Macarlar için yazdığı şu şiir beni çok etkilemişti ve hâlâ etkiler de…:

Sizlersiniz, ey kavmi Macar bizlere ihvan

Ecdadımızın müştereken menşei Turan

Bir dindeyiz biz hakperestan

Mümkün mü ayırsın bizi İncil ile Kur’an

………………………………….

Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, Doç. Dr. A. Engin Oba, İmge 1995, sayfa 154, ISBN 975-533-090-9

7- Şimdi, enternasyonal bir öğreti olan Komünizmin millîsi olur mu, itirazını duyar gibi oluyorum. Olur! Ama orijinaline benzemeyebilir. Bizde müteveffa Mehmet Ali Aybar bunun için savaşmış ve başta Behice Boran ve Sadun Aren olmak üzere bağnaz komünistlerin komplolarına yenik düşmüştü. Yine duyar gibi oluyorum, enternasyonal olan İslâm’ın millîsi olur mu diyenleriniz var. Olur! Ve de var: Türk Müslümanlığı! Ağrı dağının eteğinde de var İstanbul’da en lüks dairede de. Nota not: Herşeyi millî yapamazsınız, ama millîleştirebilirsiniz! Zaten diğer uluslar da aynı şeyi yaptı ve yapıyor…

8- Bugün elimizde ve kafalarımızda hiç de küçümsenemeyecek nicelik ve nitelikte bir “Aydınlanma” birikimi var, birikim eklektik de olsa… Bu zaten dünyanın yüzde doksan beşinde böyle. Beni forme edenlerin kafasını analiz etseniz orada II. Mahmud’u da, III. Selim’i de ve Bilge Kağan’ı da bulursunuz. Ama Sokrates’i, Platon’u, Aristo’yu, İbn Rüşd’ü, Farabî’yi, Gazalî’yi, Ahmet Yesevî’yi, ve Descartes’i, Kant’ı, A. Comte’u da bulursunuz. Derin bir konu…

9- Bana da şu eleştiri yöneltilebilir ve ‘sen de Arapları küçümsüyorsun’ denebilir. Unutulmaması gereken husus benim ve benim gibilerin yaptığı savunmadır. Biz durup dururken, Çanakkale Necef’ten bin kat faziletlidir, demiyoruz. Onlara, cumhuriyet, demokrasi ve lâisizm dayatması yapmıyoruz; birlik ve dirlikten yoksun Arap ülkelerinde terör organize etmiyoruz, desteklemiyoruz. 60 milyon – hem de çoğu petrol zengini – Arap 6 milyon Yahudi ile başa çıkamıyorsa, sebebi siyonizm değil, hani şu gâvur bombalarını Çanakkale’de evliyaya tutturan “virusus vacuumocephalicus”tur, ki maalesef Türk kanına da bulaşmıştır. Antivirüs programının adı “Us ve Bilim” dir.

10- Bilindiği gibi Mehmet Akif Çanakkale şehitlerine “… Bu taşındır diyerek Kabe’yi diksem başına…” demişti. Gerçi o zaman da – Dilipak gibi sıradan bir kişi olmayan – Necip Fazıl da Akif’e “…Kabe babanın taşı mı?..” diye itiraz etmişti ama…

11- Önce komşumuz İran’ın nasıl gaddar ve bağnaz bir şeriat düzenine düşürüldüğünü, henüz bir türlü kurtulamadığını ve bunun da Türkiye’ye yansıdığını asla unutmayalım. Sonra benim de dahil olduğum Kemalist Türkçüler jakoben, yani dayatmacı ise, ille de şeriat düzeni hasreti, gayreti ve etkinliği içinde olan köktendincilere ve onları maddî ve mânevî, yazılı ve sözlü tutanlara ne diyeceğiz? Jakoben’in Arapçası olan Yakubîler mi?

12- Ergun Candan, Türklerin Kültür Kökenleri, Sınır Ötesi yayınları, ISBN 975-8312-11-1, sayfa 298

13- Yoksa Tüm Müslüman ülkelerin geriliğini tesadüfe mi bağlayacağız? Batı sömürüyormüş! Miskin ve tembeli sömürmek gerekmez, o kendini gönüllü olarak sömürtür, kafasız ve ilim yoksunu olduğundan. Sen evdeki ayranı bırak kuantum fiziği diye takunyalarınla tuvalete git…

14- Unutmayalım, Musevîler ve İsevîler Müslümanlardan çok önce “Tanrı’dan başka tanrı yoktur!” dediler ve diyorlar da…

15- Türkçesi yayınlanmayan ve belki de yayınlanamayacak olan ve bir Alman tarafından takma ad ile yazılan bir eserdeki iddiaya göre Kur’an’daki “huri” sözcüğü Aramice’deki “üzüm” olup “bakire” şeklindeki anlama ve yorum yanlıştır. Yazarın argümanı da çok makul ve “… zaten Kur’an’a – erkeklere sunulan – bakire kızlar yakışmazdı…” diyor. Nota not: Christoph Luxenberg, Die Syro-Aramäische Lesart des Koran, ISBN 3-86093-274-8, Verlag: Das Arabische Buch.

16- Biz Türkler Uzay Çağı’nın çok gerisinde kaldık. Sonra bunun acısını ilerki kuşaklar çok çekecek. Bakınız: Turan Kazanlı, Gezegenler arası bir gezinti, Orkun, Eylül 2004 sayı 79 sayfa 10

17- Bununla ne benden önceki ne de sonraki kuşakları küçümsüyorum. Sadece içinde bulunduğum eğitim döneminin bir öznesi ve tanığı olarak fikir yürütüyorum. Ben 1923-1950 döneminin 1934-1949 arasında, üniversite dahil, eğitim gördüm. Lâik ve sıkı bir eğitimdi. Şimdiki gibi ite kaka öğrensin öğrenmesin bilsin bilmesin zorla mezun etmek o zaman yoktu.

18- Bununla kastım, tarih sahnesine Türk diye çıkan bir kavme kan ve kültür olarak veya minimum Türk kavminin kültürüne bağlı olmaktır. Başkalarının da ona “sen Türksün” demesidir. Yani o kişinin Türk gibi düşünüp Türk gibi yaşaması, kendini Türk’ten başkasına bağlı hissetmemesidir. Hattâ istese de Türk kültürünün âdeta genlerine kodlanmış özelliklerinden kurtulamamasıdır. Halk deyimi ile canı çıkmadıkça – Türklük – huyu çıkmayacak olmasıdır.

 

Orkun'dan Seçmeler