İNCELEMEYE çalışacağım konunun başlığı böyle mi olmalıydı yoksa ona “Batı’nın Özelliği” veya “Batı’nın Üstün Yanı”mı demeliydim pek bilemiyorum. Ama yukarki başlık benim konuya yaklaşımıma ve maksadıma daha uygun. İnkâr olunamayacak bir husus Türklerde bir “Batı Sorunu”nun oldukça eski bir tarihi olduğudur. Beni çok aşan bir konu ama ben yine de bir aydın ukalâlığı yaparak bunu 1071’e uzatayım. Yoksa Attilâ’ya kadar gitmeli miydim?
Gençliğimden beri yani demek ki altmış yıldır geri kalışımızın sebepleri üzerinde kafa yorarım. Bazen bir noktada karar kılarım ama okuduğum bir kitap veya yazı hattâ bir söz kararımı zedeler. Yine de Türklerin geri kalmalarının sebebi olarak kemikleşmiş kanaatlerim var. Bunlardan birisi –umarım pek az Türkçü ile ters düşerim– Türkler’in “Batı Zihniyeti”ne adapte olamamaları ve bununla ilgili olarak da baş etken saydığım Gazalî’nin aklı devre dışı bırakan kelâma dayalı İslâm anlayışı. Bilindiği gibi “Türk-İslâm Sentezi” tezinin, doğuştan hatalı ve Türkçülük aleyhine olduğunu ve sonuçlandığını sırası geldiğinde dile getiriyorum. Bu kanaatimi kitaplaştırmak çabası aşamasındayım da…
Malûm, yeni komşumuz ABD ile sorunlarımız oluyor ve bu zaten var olan “Batı Düşmanlığı”nı körüklüyor. Aslında sorun ne dünkü ABD ne de yarınki ABD ile, sadece Bush yönetiminin şu andaki tutumu ile sınırlı. Ama ben “dış ilişkilerde ebedî dostluk ve düşmanlık yoktur” ve “aslolan iyiliktir ve düşmanlık gecici bir beşerî zaaftır” ilkesini bilerek ve yine de şu andaki gerginlik karşısında “ne yapmalıyız” noktasından hareket ederek fikir yürüteceğim, yani Batı’yı ve Batılı’yı karşıma alacağım. Karşıda –çok zaman yapmacık da olsa– bir hasım var ve ben onun yumuşak karnını bilmeliyim, bulmalıyım ve onu oradan vurmalıyım.
Kanaatimce Batı’nın ve Batılı’nın (yani bizim için ciddî tehlike olabilecek kesimin) en zayıf tarafı aslında onun en güçlü olduğu tarafı yani aklıdır. Doğu’da hislerin, duyguların yani irrasyonelin egemen, kafanın köle olduğu bir zihniyet vardır. Batı’da ise aksine kafanın, rasyonelin egemen, hislerin köle olduğu bir zihniyet vardır. Batı’yı yenmenin –bunu bu yazımda düşmanca yenmek yerine bir karşılaşmada sportmence üstün olmak şeklinde anlıyorum– yolu onun aklına hitap etmektir. Batı’da çalışmış, bulunmuş ve Batı ile yarım asra yakın ilişki içinde olmuş ve Batı’yı hâlen yakından izleyen biri olarak şunu rahatlıkla iddia edebilirim ki standart, yani sıradan bir Batılıda “fikir namusu” büyük ölçüde oluşmuş durumdadır. Bu özellikle, Orta Avrupa’da, Batı Avrupa’da ve Kuzey Avrupa’da daha yaygındır. Zihniyet –genel olarak- coğrafyadan bağımsız olabildiği için ona ABD’de, Rusya’da, Japonya’da da rastlanır. Ama El Ezher rektöründe olamayabileceği hâlde meselâ Dalay Lama’da vardır. Bu özellik Türkiye’de de az rastlanan bir özelliktir. Resmî ağızların ”…ben öyle söylemedim…”, “…sözlerim saptırıldı…”, “…yanlış anlaşıldı…” türü – avamî tabirle – kıvırmalarına bu sebepten sık sık tanık oluruz.
Fikir namusu demek bazı değişmez fikrî parametrelere, bazı fikrî kurallara uymak ve olayları kişilerden soyutlayarak yargıl amaktır. Bu namusun oluşmadığı ülkelerde kavramlar kişilere yenik düşer. Bizim gibi ülkelerde meselâ hırsızlık kişiye nispetlenir, yani hırsızın kabilesi, akidesi, mezhebi, ideolojisi, partisi gibi hususiyetleri ön plâna çıkar. Kısacası “bizim hırsızımız iyidir!” Dün, o koalisyonun hırsızları iyi idi, şimdi yeni iktidarın hırsızları iyi. Hırsız hırsızdır, ister islâmcı, ister komünist, ister ülkücü, ister Türkçü olsun! Ahlâkı sukut etmiş denen Batı’da, medyanın diline düşmüş naylon fatura sanığı bir kişinin hem de maliye bakanı olması asla düşünülemez. Hakkında yolsuzluk dosyaları olan bir kişinin başbakan olabilmesi ancak ikinci hattâ sonuncu sınıf ülkelerde mümkündür ve ben Türkiye’nin kaçıncı sınıf bir ülke olduğunü ciddî ciddî düşünen ve bunu da kitaplaştırmak isteyen bir kişiyim.
Batı’da, bir “kamuoyu” gerçeği vardı, hâlen var ve de hızla artmakta. Ve şahsen memnuniyetle müşahede ettiğim gibi “uluslararası kamuoyu” da hızla gelişmekte. Green Peace’in bizim denizlerimiz, boğazlarımız için yaptıkları düşünülsün… Bazılarımıza göre şeytan ama gerçek olan bir “küreselleşme” olgusu var ve bu bizim dışımızda hattâ ABD’nin bile dışında gelişiyor. Internet misâli yeter herhâlde. Bir Alman gazetesi başlığında, küreselleşme karşıtlarının dünyanın dört bir yanından gelip küreselleşme toplantısını protesto etmesi üzerine, “… küreselleşme karşıtları da küreselleşti…” diyordu. Unutmayalım, “…Artık Yatağan Termik Santralının kükürt emisyonu da dünyanın umurunda, dünya atmosferinin oksijeninin büyük kısmını karşılayan Amazon ormanlarının durumu da dünyanın umurunda…” Eğer yakın bir gelecekte dünya standartlarına uymayan bir rejim bir ülkede başa geçerse tüm gelişmiş dünya -en azından ekonomik ambargo uygulayarak– onu dize getirecek, dersem, bu kehanet sayılmasın! Dünya kamuoyunu hiçe saymak artık pek yakında Bush yönetiminde oldukça kabadayılaşan ABD’nin de haddi olmayacaktır. Bush’a karşı en güçlü muhalefet ABD’den gelmektedir ve başkanın grafığı iniştedir. Biz de Türkler olarak dünya kamuoyuna kafa tutamayacağımızın bilincinde olalım. Bir de dünya başımıza çuval geçirmesin…
Türkçü büyüklerimizden ve benim Türkçü formasyonuma çok büyük katkısı olan sayın R.O. Türkkan da Orkun’un geçen 66. sayısında (…Ama bu “çirkin” Amerikalının farklı bir yönü de var: yanıldığı kafasına dank ederse, gayet kolaylıkla “özür dilerim, affedersiniz” lâfı ile alttan alabilir. Basını, medyası, sineması ve yazarları, Amerika’nın davranışlarını, uzak-yakın tarihindeki utanılacak olayları, âdeta Amerikan aleyhtarı (“anti-Amerikan”) bir coşkunlukla yazar, çizer, oynarlar; pek bir kimse de çıkıp eleştirmez, gayrımillî bir tutum demez!…) diyordu. Watergate olayı ve Clinton-Monica olayları hatırlansın. Demoklesin kılıcının George W. Bush’un da başında sallandığı muhakkak ve onun yönetiminin pislikleri de yine ABD basını tarafından dünyaya duyuruluyor. İşte sayın Türkkan’ın dile getirdiği bu Batı’ya özgü özellik bir “fikir namusu” örneği ve ürünüdür. Ben bir Türk ve Türkçü olarak, 1950’den sonra çağcıllaşması yavaşlatılan ve hattâ kösteklenen Türkiye’de “fikir namusu” örnekleri bulamıyorum. Çünkü 1950’den sonra hem Türklük bilincimizden hem de muasırlaşma çabalarımızdan uzaklaştırıldık, ikinci paragrafta biraz değindiğim gibi. Dördüncü paragrafta da “kıvırmalar”dan söz etmiştim…
Ülkücüler nezdinde fırtına kopartan Fransız yazar Jean Christophe Grangé’nin “Kurtlar İmparatorluğu”nu okuyanlar orada muhayyel ülkücü mafyası kadar ikili oynayan muhayyel uyuşturucu mafyası Fransız polisinin ve mafya başı polis Scheffer’in Cezayir’de yaptıklarının da acımasızca öne çıkarıldığını göreceklerdir. Aynı temayı Amerikalılar çok sık işlerler. Grangé’nin kitabında ben doğrudan Türkiye ve Türkleri incitecek hususlar görmedim.
Almanya’da bulunduğum sıralarda kırk yıl önce 1963’te İngiliz bayan yazar Margery Perham’ın İngilizce “The Colonial Reckoning” adlı eserinin “Bilanz des Kolonialismus” adlı Almanca tercümesini okumuş ve kendi ulusunu ve Batı’yı yerden yere vuran bu yazara hayran kalmıştım. Ancak zamanla hayranlığım azaldı, çünkü orada kimse kırılan kolu yen içinde bırakmıyordu ve bunun artık Batı’nın kurumlaşmış bir özelliği olduğunu anlamıştım. Batı zehirin çıkmasına pek mani olamıyordu ama hemen o zehirin panzehirini buluyordu. İnönü haklı, “…bir memlekette namuslular da en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır!..”
Şimdi oldukça soyut sözlerden somut sözlere geçmek istiyorum. Ben de Batı’da ve Batı dışında ama Batılılarla bulunduğum zaman içinde Türkiye ve Türklere yöneltilen bazı hattâ dozu kaçmış eleştiri ve suçlamalarla karşılaştım. Önceleri doğrusu fevrî hareket ediyordum. Ama bir zaman sonra bu fevrîliğin haklı olduğum durumlarda dahi bana puan kaybettirdiğini anladım. Önce Akdeniz ikliminin bana vermiş olduğu bu kötü davranıştan kurtulmaya çaba harcadım ve kısmen de başarılı oldum. Kısmen diyorum, çünkü bu kötü huy zamanla bende kurumlaşmış ve âdeta beynimin ROM’u olmuştu. İleri yaşıma rağmen hâlâ spontan olarak bu fevrîlik maalesef sürüyor. Zamanla Batılılardaki “fikir namusu” ve “medenî cesaret” özelliği dikkatimi çekti. Batılı bize oranla daha az yalan söylüyordu ve bilhassa yalanlara “mazeret” kılıfı geçirilmiyordu. Çocuk terbiyesinde hata durumunda “doğru sözler” az cezalandırılıyor veya bağışlanıyor ama “yalan sözler” tavizsiz cezalalandırılıyordu.
Batı’nın “fikir namusu” Batılılar ile yaptığım ilerki tartışmalarda bana yardımcı oldu. Önce Batı’nın kültürel ve sosyal tarihini Hristiyanlık dahil iyice öğrendim. Batı’da “Hristiyanlığın Kriminal Tarihi” adlı kitaplar dahi serbestçe satılıyordu. Bu meyanda Türkiye’ye ve Müslümanlığa Batı’dan bakışı da gördüm ve inceledim. Artık elimde Batı’ya karşı Batı kaynaklı referanslar vardı ve ben onları kullandım. Gerçekten de Batılılar bana yerine göre –Türkkan’ın ifade ettiği gibi– “haklısınız!” dediler. Ama ben de fevrî hareket ve kıvırmak yerine mertçe “haklısınız!” demeyi öğrendim sonunda…
Sıradan standart bir Türk vatandaşı olarak diyorum ki Batı’yı duygusal değil rasyonel kavrayalım; onun asırlık ve kurumlaşmış müktesebatını küçümsemeyelim fakat özümseyelim; kültür ve medeniyet ayırımında daha esnek olalım ve Batı’nın sadece tekniğini alalım saplantısından kurtulalım; bizim pisliklerimiz iyidir demeyelim; Batılı’yı sadece “gâvur” ve “kâfir” olarak görmeyelim, orada da güzel insanlar var ve de çok; ve Batı ile Batı’nın argümanları ile tartışalım. Evimizin önünü muhakkak temiz tutalım ve çağcıl ev ödevlerimizi yapalım; bizi haksız suçlayanlara, ABD, BM kararlarını hiçe saydı; Çin Doğu Türkistan’ı ve Tibet’i; Ermeniler Dağlık Karabağ’ı işgal etti; Kıbrıs’ta Türklere, Balkanlarda Boşnaklara soy kırımı uygulandı vs. diyelim hem de uluslararası ortamlarda, ama sırası geldiğinde ve efendice, taşı gediğine koyarak…Evet ben bu yöntemi uyguladım ve uyguluyorum da…
Not 1) Sultan Galiyev adlı yazımı inceleyen Sayın Oğuz Çetinoğlu’nun seviyeli yazısını okudum.
Not 2) Mümkün olsa son bir ayda okuduğum Türkçe kitaplardan en az üçünü özetlemek isterdim. Bunlar: a) Kurtlar İmparatorluğu, b) Osmanlıda Bir Papaz ve c) Osmanlıda Bir Köle. Almanca okuduğum kitaplardan da “Die Syro-Aramaeische Lesart Des Koran” ilginçti. Yazar, “…Kur’an’da sözü edilenler yuvarlak göğüslü Huriler değil yuvarlak beyaz üzümlerdir…” diyor ve ilâve ediyor “…Kur’an gibi bir kutsal kitaba zaten yuvarlak göğüslü Huriler yakışmazdı…”
Kerkük’te Amerikalılar yüzde yüz haklı dahi olmuş olsalar benzer bir durumda Amerikalıların başına çuval geçirmek benim de boynumun borcudur! İşte Batı’nın yumuşak karnı. Kötü örnek oldu. ABD’ye ve dünya kamuoyuna derim ki: Başa çuval geçirerek derdest etmek kötü bir davranış olsa onu dünyanın süper gücü ABD uygulamazdı! Kötü ise ABD neden yaptı ve siz uygar denen dünya neden sustunuz? Eminim bu argüman ile Batı çok namaz kılardı!
Orkun’daki başlık “Amerikalı: çirkin mi, aptal mı?” şeklindeydi. Şimdi yorum yapmadan soruyorum: Bir Amerikan dergisi “Türkler: çirkin mi, aptal mı?” diye başlık atsaydı şık bulur muydunuz?
AKP hükûmetinin Türkiye’yi adım adım salam taktiği ile lâik Cumhuriyet’ten karanlık ve çağdışı şeriat düzenine götürmek çabasında olduğu açık ve seçiktir. Bunun en ilkel bir ürünü de XXI. Yy. Türkiyesi Meclis Araştırma Komisyonu’nun yolsuzluklar için lâik ahlâkı göstermesi ve bunu metnin içine –çaktırmadan!– sıkıştırmasıdır. Ne de ahlâkî bir tutum ama! Lâiklik bir anayasa hükmüdür. Yani onu kaldıralım yerine dine, şeriata dayalı bir Orta Çağ düzeni getirelim, demek istiyor bu zevat. Dünya Mersin’e giderken biz Arabistan çöllerine yönlendirilmek isteniyoruz.
Not 2’de değindiğim “Osmanlıda Bir Papaz” ve “Osmanlıda Bir Köle” adlı kitaplarda rüşvet pisliği ikide birde çıkıyor karşımıza. 420 sene evvel köle (forsa) Alman M. Heberer Osmanlı’ya rüşvet veriyor ve bunu o zaman için dahi olağan sayıyor. Ve biz hâlâ rüşvet alıyor ve veriyoruz! Galiba bunun panzehirini AB’den ithal edeceğiz!
Bilgisayarlardaki fabrika çıkışlı değiştirilemez bellek: Read Only Memory. Bizdeki düşüncesizce duygusal hareketler de bu tür olsa gerek…
Türk nişanlısı Hakan Çakmak tarafından öldürülen kızlarının kalbini bir başka Türk Erol Mertkanlı’ya bağışlayan Alman Typol ailesi gibi… Kızınızı bir Alman genç öldürse kızınızın kalbini bir Alman gence bağışlar mıydınız?