Millet fertleri de savcılar, kanunları /14/başka başka anlıyor diye oyuncak yerine konulamaz. Ya odur, yada budur. Ceza kanunumuzun birinci maddesi “kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilmez” demesine, devletin orduda bilfiil ırkçılık yapmasına göre demek ki ırkçılık suç değildir. Suçsa asırlardan beri ayrı cemaat teşkilâtları, yalnız kendi aralarında evlenmeleri, dinî törenleri ve ayrı mezarlıkları ile bilfiil ırkçılık, hem de Yahudi ırkçılığı yapan Selânik dönmeleri niçin cezalandırılmıyor da, bu vatanın hakîkî sahipleri ve bekçileri olan biz Türkler fikir ve nazariyat sahasında kalmış olan ırkçılığımız için takibata uğruyoruz?
Başvekil Saracoğlu Şükrü, 5 Ağustos 1942’de Millet Meclisi’nde verdiği nutukta: “Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir” diyerek kan, yani ırk esasını kabul etmişti.
26 Birinciteşrin 1941 Pazartesi günü çıkan gazetelerde Istanbul halkına bir veda demeci neşreden eski Örfî İdare Kumandanı Ali Rıza Artunkal(7) Türk Milleti’ne değil, asil ve temiz Türk ırkına hitap etmişti.
Görülüyor ki eski Örfi İdare Kumandanı “asil ve temiz Türk ırkı”ndan bahsederken yenisi ırkı inkâr ederek ırkçılığı vatan ve millet ihaneti sayıyor. /15/Bunların hangisi doğrudur? İkincisi doğru ise niçin Ali Rıza Artunkal, Saracoğlu Şükrü ve orduya bilfiil ırkçılığı koyan Çakmakoğlu Müşir Fevzi Paşa hazretleri de bizim aramızda değildir? Adaletin eşit olması için aynı suçu işleyen bütün insanların aynı takibata uğraması icap eder. Aksi takdirde adalet yerine getirilmiş olmaz.
Irkçılık resmî neşriyatla da teyid edilmiş, Maarif Vekâleti neşriyatında, bilhassa inkılâp derslerinde son haddine varmıştır. Mahmut Esat Bozkurt’un(8) İnkılâp Tarihi kürsüsünden verip bastırdığı takrirler Türk gençlerinin kalbindeki yankısını hâlâ kaybetmemiştir. Eski bir adliye vekilinin, resmî bir hükûmet organı olan kürsüden devletin bugüne ve yarına muzaf düşüncelerini gösteren bu takrirleri vermesi dikkate değerdir.
Irkçılığı; kabul ettiği iskân kanunuyla sade Millet Meclisi, askerî okullarda tatbik ettiği usulle ordu, 5 Ağustos 1942 nutkuyla başvekil, neşrettiği kitaplarla Maarif Vekâleti ve üniversite yapmış değildir. Şimdiye kadar ikisi de benim tarafımdan olmak üzere çıkarılan Türkçü dergilerde de ırkçı neşriyat yapıldığı, bunda benim geniş bir payım olduğu hâlde ne Örfî İdare, ne müddei umumîlik, /16/ne Emniyet takibat yapmamıştır. 1931’den 1941’e kadar suç olmayan bir fiilin, ceza kanununda değişiklik olmadığı hâlde 1944’te birdenbire suç diye vasıflandırılmasının hesabını vermeye mecbur olan ben değilim, Savcı Kâzım’dır.
Irkçılık Türkiye’de yabancı ırkların tesanüdüne karşı bir aksülamel olarak doğmuştur. Azınlıklar hususî cemaat teşkilâtları, Türklerle karışmamak hususundaki gelenekleri, birbirlerini koruyan tesanütleri, ayrı mezarlıkları, ayrı dilleri ve dinleri, ayrı mektepleri ve soyadlarıyla kendi ırkî hüviyetlerini inatla sakladıkları, yani memlekette Türklükten başka ayrı millî hüviyetler yaşatarak millî birliğe engel oldukları, Türkiye’yi yirmi parçaya ayırdıkları hâlde bunun suç sayılmayıp da onların bu ayırımcı ve bozguncu hareketine karşı millî bir reaksiyon gösteren, memlekette tek ve rakipsiz bir Türk ırkından başka hiçbir ırk kalmamasını isteyen, yani Türkiye’nin mânevî birliğini özleyen Türklerin, bu memleketi bin bir parçaya ayırmakla itham edilmesi gibi bir düşünceye tarihin hiçbir çağında, hiçbir yerde, hiçbir millette rastlanamadığı gibi bugünkü hukuk telâkkileri de buna müsaade etmez. Kâzım Alöç’ün inatla müdafîliğini yaptığı başka ırklar, her vesile ile kendilerini Türk’ten ayrı saymakta devam ettiklerini /17/gazetelere verdikleri ilânlarla da göstermektedirler. Mahkemenize sunduğum iki gazetedeki ölüm ilânları sözlerimin delilidir. Birinde (4 Kânunuevvel 1944 tarihli Akşam’da) Ümerâ-yı Çerâkese’den Murat Beyin kerimesi İsmet Hanımın, öbüründe de (30 İkinciteşrin 1944 tarihli Cumhuriyet’te de) maruf tüccar Sabri Süleymanoviç’in acı ölümlerinden bahsolunuyor. Irkçılığı millî tefrikacılık sayanlar ve hele bu hususta isterik bir hassasiyet gösteren Kâzım Alöç bu ilânları görmeli, Çerkezlik ve Boşnaklık iddiasının gösterişli şekilleri olan bu ilânları verenler hakkında takibat yapmalıydı.
Burada kendiliğinden bir sual vâki oluyor: Madem ki ırkçılık Kâzım Alöç’e göre yanlış, sakat bir zihniyetti, o hâlde niçin kendisi bizim ırkımızı aramak sevdasına kapıldı? Niçin Barıman’ın,(9) Reha’nın, benim ve zevcemin ırklarımızı aramaya kalkıştı? Burada dördüncü göbek babam hakkında savurduğu Rumluk iftirasını da reddetmeye mecburum. Belki bunun yeri burası değil gibi gözükür. Doğrudur. Fakat o duruşmam sırasında buna mâtuf sözlerim durdurularak bunları müdafaama bırakmam mahkemece bana ihtar olunduğu için ben de bu ihtara uyarak bu meseleyi şimdi ele alıyorum:
/18/21 Temmuz 1944 Cuma günü ilk sorgum yapılırken Kâzım Alöç vasiyetnamemdeki şeceremimevzuubahs ederek: “Siz dördüncü göbek babanızı bilmiyorsunuz ama biz tahkik edip öğrendik” demiş ve “kimmiş?” diye vâki olan sualime de “Tabiî bir Türk köylüsü” diye cevap vermişti. 22 Temmuz 1944 Cumartesi günü yapılan ikinci sorgumda dördüncü göbek babamın Rum olduğunu, çünkü Pontus’tan göçerek Midi köyüne geldiğini söylemiş, bu malûmatın nereden elde edildiği hakkındaki sualime de “mütehassıslara yaptırılan inceleme ile” diye cevap vermiş, fakat bu hayâlî mütehassısların kimler olduğunu bildirmemişti. Aynı gün zevcemin yine vasiyetnamede bulunan şeceresini mevzuubahs ederek onun da tahkik edildiğini ve doğru çıktığını, Reha hakkında yapılan incelemede de Reha’nın Berberî ırkından olduğunu tespit ettiklerini ve bu Berberîliğin uzak değil, ikinci atadan geldiğini söylemişti. 7 Eylül 1944’te okuduğu son tahkikat kararında ise Rumluğu biraz daha yaklaştırarak dördüncü göbek babamdan üçüncü göbeğe indiriyor ve dedemin babası için “dönme olduğu mervî Ahmet” diyor. Bu kadar mühim ve tarihî bir dâvâda bir savcının rivayetlerle değil, riyazî katiyetlerle söz söylemesi icap ederdi. Duruşma sırasında, /19/Midi köyünde yaşayan doksan yaşındaki bir ihtiyarın (ki Kâzım’ın mütehassıs dediği adam herhâlde bu olacak) sözlerine atfen bu rivayetin çıktığını itiraf eden savcının biraz içtimaiyat bilgisi olsaydı bir soyadının ancak uzun bir zamanda teşekkül edeceğini, bir dönmenin veya oğlunun “Çiftçioğlu” diye bir soyadı alamayacağını kestirirdi. Biraz Türkiye coğrafyası bilseydi başka yerlerden Gümüşhane vilâyetine bir muhaceret değil, toprağı verimsiz ve taşlık olan Gümüşhane vilâyetinden dışarıya doğru bir göç olduğunu bilirdi. Biraz istatistik yıllıklarını karıştırmış, eski ihsâî malûmata bakmış olsaydı Türkiye’nin 63 vilâyeti arasında yüzde hesabiyle Türklerin en kalabalık olduğu vilâyetin Gümüşhane olduğunu görürdü. Tarih ve etnolojiye biraz vukufu olsaydı Gümüşhane vilâyetinin Bayındır Türkleriyle dolduğunu, Fatih Sultan Mehmed’in de buraya Amasya’dan bir yığın Türk getirdiğini hatırlardı. Hepsinden sarf-ı nazar biraz mantıkî düşünebilseydi Karadeniz kıyılarında balıkçılık eden Rumların Zıgana Dağları’nı aşarak Dorul’a gelip çiftçilik yapamayacaklarını, sahil ahalisinin daima sahillere hicret ettiğini düşünebilirdi. Bütün bunlardan sonra beni bütün psikolojimle tanımak iddiasında bulunan /20/Kâzım beni cidden tanısaydı, eserlerimi okusaydı bende bir dönme torununun psikolojisi bulunmadığını idrak ederdi. Dönme psikolojisinin nasıl olduğunu Kâzım Alöç çok iyi bilir. Nihayet şunu da hatırlatmak isterim ki bugün Midi köyünde yaşadığı iddia olunan doksan yaşındaki ihtiyar, hakikaten mevcutsa, benim ne dördüncü ve ne de üçüncü göbek babamı görüp tanımış olamaz. Babamın ve dedemin malûm olan doğum yıllarına göre bu, imkânsız bir fantezidir. Mahkemeyi bir de karışık rakamlarla yormamak için bu hesapları göstermekten vazgeçiyorum. Çünkü diğer delillerim her yerde olduğu gibi burada da bir iftiraya uğramış olduğumu kâfi miktarda ispat etmektedir.
Şimdi: Eski atamın ilk önce “Türk”, ikinci seferde “Rum”, üçüncü seferde “rivayete göre dönme” olduğunu söyleyen, yani bir meseleyi üç seferde üç ayrı şekilde ortaya atan Kâzım’ın sözlerinden hangisi doğrudur? Ve biz onun sözlerinden hangisine inanıp hangisine inanmayacağımızı nasıl kestiririz? Belli ki bu iftira benim ırkçılık prensibimi çürütmek için ortaya atılmıştır. Fakat çürütülemez. Farzımuhâl benim, ana ve baba tarafından bütün ecdadım gayr-ı Türk olsa bile yine bununla ırkçılık ülküsü çürütülemez. /21/Çünkü ilmî hakikatler ve tarihî zaruretler, şahısların hususî durumuna bağlı değildir. Eğer ben hâlis Türk değilsem ırkçılık dâvâsını gütmem hem samimî olduğumu, hem de bu dâvânın haklı ve kuvvetli olduğunu gösterir. Çünkü ırkçılık ülküsünün zaferinde şahsî hiçbir kazancım yoktur.
Savcının ırkçılıktan dolayı bana yakıştırdığı 142nci maddenin ırkçılıkla ilgisi olamaz. Ceza Kanununu iyi karıştırsın. Irkçılığı suç sayan başka bir madde bulabilirse onu ileri sürsün. Çünkü 142nci maddede zikr olunan içtimaî ve iktisadî zümreler değil; millî, ırkî veya kavmî zümrelerdir. 142nci madde memleketin iktisadî nizamını bozmak ve içtimaî bir zümre olan amele sınıfının diğerleri üzerine tahakkümünü mümkün kılmak için faaliyete geçen komünistlere karşı konulmuştur. Komünistler için kullanılan madde, komünist düşmanları için de kullanılamaz. Irkçılığı reddetmek günün birinde bu devletin başında Yahudi bir devlet başkanı, yahut Ermeni bir başvekil, zenci ordu kumandanları, Çingene profesörler görmeye razı olmak demektir. Irkçılığı inkâr etmekle savcının böyle bir duruma razı olduğu anlaşılıyor. Fakat ben asla kabul etmeyeceğim.
/22/TURANCILIK
Turancılığa gelince: Bunun hakkında fazla söz söylemeyi lüzumsuz buluyorum. Dünyanın hiçbir yerinde kendi devletini büyütmek isteyenlere “vatan haini” denmemiştir. Biz Ziya Gökalp’ın, Mehmet Emin’in(10) şiirleriyle beslendik. Haritalarda, ırkımızın yaşadığı yerlere baktık. Milletimize fenalık edenleri tarihte okuduk. Ve millî kini ateşten damgalar gibi kalbimize yazdık.
Irkçı ve Turancı olduğumuz için vatan ve millet haini olduğumuzu gazetelerde ilân eden örfi idare kumandanıyla duruşmamızı yapan hâkimlerin garip bir tesadüfle hep Turancılığa ait adlar taşıması Allah’ın bir lütfu ve bir ihtarıdır. Mahkeme reisi generalin soyadı olan “Yazgan” kâtip mânâsına gelen bir kelimenin Türkistan telaffuzudur. General pekalâ “Yazan” veya “Yazıcı” diye bir soyadı alabilirdi. Bunun Türkistan telaffuzuyla olan şeklini almakla hiç şüphesiz kalbinde oraya karşı olan sevgisini göstermiştir. Albayın soyadı “Kaan” Turan imparatorlarının unvanı olan bir kelimedir. Hâkim Osman Cevdet’in soyadı olan “Erkut” Altay destanlarındaki bir kahramana aittir. /23/Fazla olarak Millet Meclisi reis vekilinin “Günaltay”,(11) bir orgeneralin “Altay”,(12) genelkurmay başkanının “Omurtak”, Isparta mebusunun “Turan” soyadlarını taşıdığını, “Turan” diye bir vilâyet gazetesi çıktığını zikredebilirim. Görülüyor ki Turan ülküsü ve sevgisi bütün milletin gönlünde, şuurunda, tahteşşuurunda yaşamakta, biz farkına varmadan soyadlarımıza kadar geçmektedir.
Bir gözcü nasıl yalnız sağ gözü tedavi ile iktifa edemezse bir Türkçü de öylece yalnız Türkiye Türklerini düşünmekle kalamaz. Nitekim hükûmet de dış Türklerle ilgisini kesmemiş, ilk uygun fırsatta Antakya Sancağı’nı ilhak etmiştir. Halep ve Musul da Millî Misaka dahildir. Antakya’yı istemekle ırkımızın beşiği olan ülkeleri istemek arasında mahiyet farkı yoktur. Kimseden haksız bir şey talep etmiyoruz. Atalarımızdan kalan mirasın, mefahirimizin gömülü olduğu toprakların bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Oraları unutmamak istiyoruz. Ben bunları şahsım için istemiyorum. Oralarda çiftlik yahut apartman yapacak değilim. Milletim için düşündüğüm haklardan dolayı da kimse bana “vatan haini” diyemez. Bu çirkef iftirayı iadeye tenezzül etmiyorum. Kimin hain, kimin vatanperver olduğunu tarih tayin edecektir. Hattâ etmiştir bile..
/24/Mahmut Esat Bozkurt’un “Atatürk İhtilâli” adlı kitabında ve Atsız Mecmua, Orhun, Bozkurt, Çınaraltı ve Tanrıdağ dergilerinde Turancılık için çıkan yazılardan hiçbirinin takibe uğramaması bir gaflet eseri değildir. Çünkü bir devletin 1931’den 1944’e kadar gaflet etmesine imkân yoktur. Kanunlarımızda Turancılığı suç sayan musarrah bir madde olmadığı için şimdiye kadar kanunî takibat yapılmamıştır. Anayasamızda Turancılıktan bahis yoktur. Fakat Anayasamızda ahlâktan da bahis yoktur. Kâzım Alöç’ün mantığı ile yürürsek ahlâkı müdafaa eden insanları da anayasanın ana vasıflarını bozmakla itham ederek cezalandırmak icap eder. Turancılığın yüksek bir ülkü, uğrunda can verilecek millî bir fazilet olduğunu ben tespit ettim. Suç olup olmadığını da mahkemeniz takdir edecektir.
HÜKÛMETİ TAHKİR
Hükûmeti tahkir ettiğim hakkında Kâzım Alöç’ün dayandığı en sağlam delil Cihat’ın(13) ifadesidir. Cihat hakkında ise mahkemeniz elbette bir kanaat edinmiştir. Reha’nın “seni Nafia Vekili yaparız” diye yaptığı /25/bir şakayı doğru sanacak kadar şuurdan mahrum ve ırsiyetinde delilik olan Cihat’ın, hükûmeti tahkir ettiğim yollu ifadesinin hukukî değeri olabilir mi? En yakın vakaları bile hatırlayamayan ve ifadelerine daima “kati olarak hatırlayamıyorum ama…” diye başlayan Cihat’ın, 1941’de hükûmete sövdüğümü nasıl hatırlayabildiği düşünülmeye değer. Duruşma sırasında İsmet Rasin’in(14) dört kişilik küçük otomobiline, aralarında Hamza(15) gibi iki kişilik yer kaplayacak birisi de dahil olmak üzere yedi kişiyi sığdıran; Çınaraltı(16) idarehanesindeki tesadüfî bir konuşmayı kapalı perdeler arkasında yapılmış esrarengiz bir toplantı gibi gösteren bu bozuk beyinli mütereddî 27 Kânunuevvel 1944 Çarşamba tarihli duruşmada, öğleden sonraki celsede hükûmete sövdüğümü pek hatırlayamadığını ifade etmiştir. Öteki maznunlar da bunu teyit etmiştir.
Reha’nın(17) aleyhimde verdiği ifadenin bana kanunî bir suç tahmil edip etmeyeceğini bilmiyorum. Emniyet Müdürlüğünde işkence odasındaki feryatlarını kendi hücremden ızdırapla dinlediğim, mahkemede ilk tahkikattakine aykırı ifade verirse yeniden /26/aynı işkenceye sokulmakla tehdit edildiğini bildiğim Reha, benim gibi bir maznun olan Reha hakikaten onun yanında hükûmeti tahkir etseydim, aramızdaki düşmanlığın en had devrinde yazdığı, benim için iftiralar taşan kitabına bunu almaz mıydı?
Cemal Oğuz’un(18) sözlerine gelince: Duruşma sırasında her şeyi zuhûlle izah eden bu Filorinalı Nazım’ın hayrülhalefi hakkında mahkemeniz bilhassa yaptığı o manzum müdafaadan sonra tam bir kanaat edinmiştir. Tam bir Kemalist olduğunu söyleyerek Turancılığı reddetmesine rağmen manzumelerinde boyuna Turan’dan bahsetmesi bir zuhûldür. Irkçılığı kabul etmemesine rağmen bir mecmuada ırkçılığı benimsemesi yine bir zuhûldür. Ankara gençliğinin bana gösterdiği konukseverliği kendine inhisar ettirmesi: O da bir zuhûldür. Ülkü ve feragat sözü ağzından düşmediği hâlde kitabını sırf çok satılıyor diye Aylı Kurt yayını(19) olarak bastırmak istemesi, yani adî bir ticarî maksatla hareket etmesi de elbette zuhûldür. Kendisini altı yıldır tanıdığım hâlde benimle 12 yıllık aile dostu oluşu, tabiî yine bir zuhûldür. Velhasıl bu zavallı mahlûkun bizzat kendisi bir zuhûldür. Tabiatın ve hilkatin zuhûlü.
DİPNOTLARI
(7) Ali Rıza Artunkal: Emekli olduktan sonra milletvekilliği ve bakanlık yapmıştır.
(8) Mahmut Esat Bozkurt: Eski Adliye Vekili. Daha sonra üniversitede İnkılâp Tarihi dersleri vermiştir.
(9) Nurullah Barıman: Türkçülük dâvâsı sanıklarından. Gazeteci.
(10) Mehmet Emin Yurdakul: Türkçü şiirleriyle ün kazanmış şair.
(11) Şemsettin Günaltay: Tarih bilgini, profesör. 1948-1950 arasında CHP iktidarının son başbakanı.
(12) Orgeneral Fahrettin Altay.
(13) Cihat Savaş Fer: 1944’te yargılanan Türkçülerden. O sırada Mühendis Mektebi (İTÜ) öğrencisiydi.
(14) İsmet Tümtürk: Türkçülük dâvâsı sanıklarından. O sırada İstanbul Belediyesinde murakıptı. Daha sonra, emekli olana kadar avukatlık yaptı. Atsız’la birlikte Orkun dergisini (1950-1952), 1960 darbesinden sonra Millî Yol dergisini (1962) yayınladı. Türkçüler Derneği’nin kuruluşunda önemli payı vardır. Bu derneğin ilk genel yönetim kurulu üyesi. Yeni Orkun (1988-1990) dergisinin ilk sayılarında yazı işleri müdürü. Yazı kurulunda yer aldığı Orkun (1998 – ∞) dergisinin ilk sayısı yayımlanırken bir trafik kazasında vefat etti (1998).
(15) Hamza Sadi Özbek: 1944’te yargılanan Türkçülerden.
(16) Çınaraltı: İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yusuf Ziya Ortaç-Orhan Seyfi Orhon ikilisinin çıkardıkları, Türkçü görüşlerin ağırlık taşıdığı haftalık fikir ve edebiyat dergisi. Atsız’ın da Çınaraltı’nda birçok makalesi yayımlanmıştır.
(17) Reha Oğuz Türkkan: Çok genç yaşlarda Türkçülük mücadelesine atıldı. Bozkurt, Gök Börü, Ergenekon dergilerini ve Türkçülükle ilgili kitaplar yayınladı. Kitap Sevenler Kurumu’nun kuruluşuna önderlik etti. 1944’te tutuklandı. Türkçülük dâvâsı sırasında tabuklukta işkence gördü. Beraat ettikten sonra Amerika’ya gitti ve orada iş hayatına atıldı. Türkiye’ye kesin olarak döndükten sonra (1974) Yay-Kur’un kuruluşuna ön ayak oldu. Tabutluktan Gurbete, Biz Kimiz, Yükselen Milliyetçilik gibi eserler yayınladı. Türk 2000 Vakfı’nı kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yaptı. Orkun yazarı.
(18) Cemal Oğuz Öcal: Türkçülük dâvâsı sanıklarından. Ateşli şiirleriyle tanınmıştır. Mesleği öğretmenlik.
(19) Atsız ve arkadaşlarının yönetiminde Türk tarihine ve Türkçülüğe ait kitaplar, broşürler bu isim altında yayınlanırdı.
SÖZLÜK
(1) sarih: açık, meydanda, belli
(2) lâakal: en azından
(3) teyid: doğrulama, gerçekleme
(4) Maarif Vekâleti: Millî Eğitim Bakanlığı
(5) muzaf: bağlanmış, bağlı
(6) tesanüd: dayanışma
(7) aksülamel: tepki
(8) müdafî: savunucu
(9) Kânunuevvel: Aralık ayı
(10) Umerâ-yı Çerâkese: Çerkes beğleri
(11) kerime: kız evlât
(12) İkincitesrin: Kasım ayı
(13) tefrikacılık: ayırımcılık, bölücülük
(14) matuf: yönelik, yöneltilmiş
(15) şecere: ağaç, soy kütüğü
(16) malûmat: bilgi
(17) mevzuubahis: söz konusu
(18) mütehassıs: uzman
(19) tahkik: araştırma, soruşturma
(20) riyazî: matematikle ilgili
(21) içtimaiyat: sosyoloji
(22) ihsâî: sayım ile ilgili
(23) sarf-ı nazar: gözden çıkarma, vaz geçme
(24) hicret: göç
(25) farzımuhâl: olmayacak bir şeyi olacakmış gibi düşünme
(26) ecdad: atalar
(27) tahakküm: zorla hüküm altına alma
(28) tahteşşuur: şuuraltı
(29) iktifa: yetinme
(30) ilhak: katma
(31) mefahir: övünülecek şeyler
(32) tenezzül: kendi düzeyine aykırı düşen bir şeyi veya işi kabul etmek
(33) musarrah: açık, apaçık, kesin ve açıkça belirtilmiş
(34) Nafia Vekili: Bayındırlık Bakanı
(35) ırsiyet: kalıtım, soya çekim
(36) mütereddî: soysuzlaşmış
(37) maznun: zanlı, sanık
(38) tahmil: yükleme
(39) had: aşırı, sınır, en fazla
(40) zuhül: hata, yanlışlık
(41) hayrülhalef: hayırlı oğul
(42) hilkat: yaradılış, yaratılma