(Türkçenin Bahçesinde Bir Gezinti)-XVII
“Nihâyet Atatürk 1928 yılı Haziranında, Ankara’da bir komisyon kurulmasını, Maarif Vekili rahmetli (Mustafa) Necati’den istedi. Bu komisyonun âzâları Maarif Vekâleti Müsteşarı Mehmet Emin Erişirgil, Tâlim ve Terbiye Dâiresi Reisi İhsan Sungu, Rûşen Eşref Ünaydın, Profesör Râgıp Hulûsi, Ahmet Cevat Emre ve İbrahim Grandi idi. Ben memleket dışında bir yolculukta idim. Döner dönmez Dolmabahçe Sarayı’nda ziyâretine gittiğim Atatürk:
-Hemen Ankara’ya, git, komisyona katıl ve bu işi çabuk bitiriniz.
Dedi. Komisyonda ilk görüşülecek iş, «yazı değiştirmek doğru mudur, değil midir?» tartışmasına nihâyet verip yeni alfabe harflerini seçmeye başlamaktı.
… Komisyon alfabesini İstanbul’da Atatürk’e ben getirdim. Uzun uzun tetkik etti.
Atatürk, bana sordu:
-Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?
-Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklif var, dedim. Teklif sahiplerine göre, ilk devirleri iki yazı bir arada öğretilecektir. .. Gazeteler, yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardır. Dâireler ve yüksek mektepler için de tedricî bâzı usûller düşünülmüştür.
Yüzüme baktı:
– Bu, ya üç ayda olur, ya hiç olmaz…
Dedi. Hayli radikâl bir inkılâpçı iken, ben bile yüzüne bakakalmıştım:
– Çocuğum, dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahî, herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir harp, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı da Enver’in yazısına döner. Hemen terk olunuverir.”
“Enver Yazısı”nın âkıbetiyle mukâyese etmesinden de anlaşılıyor ki, Atatürk, daha önce misâlleri görülen kesin kararlarından birini daha vermiş ve en kısa zamanda sür’atle tatbîkini istemektedir: “ya üç ayda, ya hiç!”
Görünüşte, böylesine muazzam bir değişikliğin üç ayda bitirilmesi imkânsız gibiydi. Çünkü, eski yazı sistemi, çok büyük bir hâtırâ mîrâsına, târihî ve medenî bir unsur olma özelliğine sâhipti. Üstelik, içlerinde Fuad Köprülü gibi – ilmî kariyeri herkesin mâlûmu – şahsiyetlerin de bulunduğu bir münevver topluluğu, Lâtin alfabesinin karşısında yer almışken, üç ayda alfabe değiştirmek, cidden şaşırtıcı bir karardı:
“Bunu ancak, Atatürk’ün sonsuz prestiji yaptı. Hem sonsuz bir prestij, hem tabiat kuvvetleri gibi önüne durulmaz mehâbeti. Başka türlü, bir milletin bütün okur-yazarları, bütün ömürleri boyunca elde ettikleri bir nimetten, kendilerini bir anda mahrum edebilir miydi? Şimdiki nesil anlamaz. Bizler, giden harflerle, o gidişe kadarki ömürlerimizi verdik. Yaptığımız bu fedâkârlığa karşı, mâzîmizin bin yıllık kültüründen kopmak gibi, büyük bir endîşemiz de vardı.”
Falih Rıfkı’nın Atatürk’e bahsettiği on beş yıllık uzun vâdeyi savunanlar, daha çok, eski kültür mîrâsının, bir anda terk edilmesinden doğabilecek boşluğa dikkat çekiyorlardı. Bunlardan birisi olan Yunus Nadi, Cumhuriyet’te yazdığı başmakâlede, ilkokulun birinci sınıfından üniversitenin son sınıfına kadar uzayacak on beş senelik bir zamânın çok görülmemesini, Almanların Gotik harflerinden Lâtin harflerine geçmek için yarım asırdan fazla bir zaman ayırdıklarını söylüyordu: “Bizim de hiç olmazsa, on beş seneye ihtiyâcımız var. O müddet içinde durmadan, mâzîmizin birinci plândaki kültür eserlerini yeni harflere çevirmiş oluruz. On beş sene bittiği zaman, artık hem alacakaranlığa düşmeksizin, hem mâzîmizin kültüründen kopmaksızın…”
“Neden sonra, Nadi Bey’in kendisinden dinledim, Atatürk, o yazıyı çok haklı bulmuş. Fakat der ki; bu, iş bir an evvel, kendisi hayattayken başarılmak lâzımdır. Ne olur, ne olmaz, hayâta gözlerini yumuverirse, başlanan iş, yarı yolda kalabilir. Ne kadar haklıymış, ne kadar. On beş senelik zamanın son beş senesini göremedi.”
9 Ağustos 1928 akşamı, Atatürk, İstanbul’da Sarayburnu Parkı’nda bir halk eğlencesine katılmıştır. Eğlence sırasında, yanındakilerden bir defter ister. Küçücük bir not defteri bulurlar, Atatürk’e verirler. Defterin üzerine orada, yeni harflerle bir şeyler yazar. Halktan birini yanına çağırır, yazdıklarını okumasını ister. Okuyamadığını görünce:
-Bu arkadaşımız, hakikî Türk yazısını bilmediği için şaşırmıştır. Arkadaşlarımdan birine okutayım.
Der. Orada bulunan Falih Rıfkı’yı çağırır. Meşhur Sarayburnu Nutku, böylece hazırlanmış ve yeni harflerin kabûl edileceği, bizzat Atatürk tarafından ilân edilmiştir:
“Arkadaşlar! Güzel dilimizi ifâde etmek için, yeni Türk harflerini kabûl ediyoruz. Arkadaşlar! Bizim güzel, âhenkli, zengin lisânımız, yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işâretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisânımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehâl, pek çabuk bir zamanda, mükemmel bir surette anlayacağız. Ben buna eminim, siz de emin olun.
Vatandaşlar yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu, vatanperverlik vazîfesi biliniz. Bu vazîfeyi yaparken düşününüz ki, bir milletin, bir hey’et-i içtimâiyenin yüzde onu, yirmisi okuma-yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse, bu ayıptır. Bundan, insan olarak utanmak lâzımdır. Bu millet, utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihâr etmek için yaratılmış ve târihi iftihârlarla doldurmuş bir millettir.
En nihâyet bir sene, iki sene içinde, bütün Türk hey’et-i içtimâiyesi yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün âlem-i medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir.”
Basında da büyük yankılar uyandıran bu nutuktan sonra, alfabe seferberliği ilân edildi. Dolmabahçe Sarayı’nda alfabe dershânesi açıldı, öğretmenliğine de İbrahim Necmi (Dilmen) getirildi. Yine Ağustos 1928’de, Başvekil İsmet Paşa’nın: “Bu harflerle Türk dili pek yakında Dünyâ’nın en tatlı lisânı olacaktır.” diye açtığı bir toplantıda, alfabeyle birlikte imlâ mes’elesini de ele alan şu kararlar kabûl edildi:
1- Milleti cehâletten kurtarmak için, kendi diline uymayan Arap harflerini terk edip Lâtin esâsından Türk harflerini kabûl etmekten başka çâre yoktur.
2- Komisyonun teklif ettiği alfabe, hakikaten Türk milletinin bütün ihtiyaçlarını temin etmeye kâfidir.
3- Sarf ve imlâ kâideleri, lisânın ıslâhını, inkişâfını, millî zevki tâkip ederek tekâmül edeceketir.
Aynı yıl Atatürk, yurdun çeşitli bölgelerini içine alan bir seyâhate çıktı. Uğradığı yerlerde, halka bizzat yeni harfleri öğreten dersler verdi. Seyâhatten dönüşünde, kanaatini şöyle ifâde ediyordu:
“Arap harfleriyle hiç yazmak, okumak bilmeyenlerin, Türk harfleriyle derhâl ünsiyet etmiş olduklarını gördüm. … Yüce Türk milletinin, hayırlı olduğuna kanaat getirdiği bu yazı mes’elesinde, bu kadar yüksek şuûr ve intikâl, bilhassa isticâl göstermekte olduğunu görmek, benim için cidden çok büyük saadettir.
1 Kasım 1928’deki bir başka nutkunda da şöyle diyordu:
“Her şeyden evvel, her gelişmenin ilk yapı taşı olan mes’eleye temâs etmek isterim. Her vâsıtadan evvel, büyük Türk milletine kolay bir okuma-yazma anahtarı vermek lâzımdır. Büyük Türk milleti; bilgisizlikten, az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vâsıta ile sıyrılabilir. Bu okuma-yazma anahtarı, ancak Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir. Basit bir tecrübe, Lâtin esasından Türk harflerinin, Türk diline ne kadar uygun olduğunu, şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk çocuklarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını, Güneş gibi meydana çıkarmıştır. Yüksek ve ebedî yâdigârınızla büyük Türk milleti, bir nûr âlemine girecektir.”
T.B.M.M.’nce kabûl edilip 3 Kasım 1928’de yayınlanarak yürürlüğe giren 1353 sayılı kânunla, Lâtin esaslı Türk alfabesi, resmiyet kazanmıştır.
—————————–
– Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1969, s. 404
– İsmail Habib Sevük, Dil Dâvası, İstanbul, 1949, s. 26
– İsmail Habib Sevük, a. g. e. s. 26
– Atatürk (İslâm Ansiklopedisi 10. Cüz’den ayrı basım), İstanbul, 1970, s. 239- 240
– Türk Dil Kurumu, Dil Devriminin 30 Yılı, s. 17
– Türk Dil Kurumu, a. g. e. s. 17
– Türk Dil Kurumu, Dil Devriminin 30 Yılı, s. 17